Hikmet Çetinkaya

Gökkuşağı...

14 Mayıs 2017 Pazar

Turuncu bir aydınlık gökyüzünün lacivert perdesini aralarken, kurşuni bir çizgi beliriyor...
Düşle gerçek arasına sıkışmış bir toplumun fotoğrafları düşüyor önüme.
Zamanı bir anda durdurmak geçiyor insanın aklından.
Anlamsızlığın gerisinde duran bir boşlukta, yaşam sanki asılı kalıyor...
Yaşamın bitmeyen sularındayız.
Kimi zaman umutlu kimi zaman umutsuz...
Çevremiz yok oluyor, ormanlar talan ediliyor, siyanürlü altın üretimi sürüyor, HES’ler doğanın canına okuyor, ağaç katliamı her geçen gün artıyor.
Bembeyaz masallarda evrenin gökkuşağı rengine kin ve korkuyu salıyoruz.
Oysa aydınlığın kapısını aralamalıyız. Kin ve nefreti hayatımızdan çıkarmalıyız.
Biz neredeyiz şimdi, nerede duruyoruz yaşamı güzelleştirmek için ne yapıyoruz?
Çocuklarımıza bir gelecek sunmak için ne yapıyoruz?
Savaş değil barış isterken, ABD Başkanı Trump önce YPG’ye ağır silah verme kararını onaylıyor. Ankara sert tepki verince Savunma Bakanı Mattis, endişelerin çözümü için çalışacaklarını söylüyor.
ABD basını “Operasyonlar sonrası silahlar alınacak” yazdı, Pentagon ise anında yalanladı.
Muhalefetten de tepki geldi: CHP, ABD’ye gitmesin. MHP, gitsin, uyarsın...
Bu arada Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle kuvvetler ayrılığı ilkesinin belirgin hale geldiği, OHAL ve KHK’lerle kişi hak ve özgürlüklerini amaç dışı sınırlamadığı görüşüne CHP’den sert tepki geldi:
“Danıştay Başkanı tam anlamıyla cüppesini çıkarmış, siyasete girmiştir. Kendisini kınıyoruz.”

***

Bir batık kent görüyorduk düşlerimizde...
Bulutlar uçuşuyor gibiydi bir ilkyaz sabahında.
Umuda yolculuğumuz sürüyordu tüm hüzünlerimize karşın.
Neredeyse 20 yıl önce yazılmış bir yazı, o kareli defterin sayfalarında kalmıştı.
Çocukluğunu düşündü, babasının ölümünü, ilkokul yıllarını, düşlerini, yelkenleri fora edilmiş sevdaları.
Gramofonlar susmuştu...
Eskisi gibi şiirler de okumuyordu.
Gökkuşağının gözlerimize vurduğu yıllar artık çok gerilerde kalmıştı.
Tekmil deniz kuşları kaçıyordu...
Dalgalar kayalarda patlıyordu.
Geçmişin aşkları duvarlara çizilmiş resimlerde kalıyor, bir gölge oyunu içinde kaybolup gidiyordu...
Bir batık kentin içindeydi.
Aldatıcı ama erdemli düşler görüyorduk.
Gecenin bilinmeyen saatinde Miklós Radnóti’den şiirler okuyorduk:
“Dün yağmur çiseliyordu ve önümüzde
diz çökmüş bir insan gibi duran çalılıktan, çayırlığa
iki sevdalı çıktı ve uzaklaşıp gittiler
Çiçekler gibi açılmış dudaklarıyla
..........
Bugünse yamaçta bize doğru sürünen
toplardır ve balçık içinde dönen tekerlekler
Miğferlerle örtülü alınlar
Ve arkada kan ve ter kokuları bırakarak
Yürüyen askerler
.........
Kumral çocukluk! Çoktandır yoksun artık!
Yaşlılıksa ulaşılmayacak kadar uzak!
Dizlerine kadar kan içinde duruyor şair
Söylediği her türküyü son türkü diye adlandırarak.”
Sessizlik bize göre değildi o yıllar...
Seven ve sevilen her şeyi yıldızlara inat, ormanlardaki kuşlara inat, böceklere, doğan güneşe inat, yağmura, fırtınaya inat, unutmuştuk...
Kıpırdanmayıp aynı yerde kaldık.
Kimi zaman coşkulu, kimi zaman suskun ve hüzünlüydük...
Oysa yeryüzünde aşka karşı, insanlığa karşı gelenlere savaş açmış, onların güçlerine teslim olmamıştık...

***

Şimdi bir köşede eski mevsimlerin, kaçıp giden yılların bize dönmesini bekliyoruz; kanadı kırık kuşların yarım kalmış aşklardan haber getireceğini sanıyoruz.
Saçlarımız kırlaşmış, omuzlarımız çökmüş...
Alevlerin alacakaranlığında yitik zamanların sevdalarını toplama çabamız boşuna.
Yaşlılık bize uzak değil çok yakın...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları