Erinç Yeldan

Türkiye’nin finansal riskleri

24 Mayıs 2017 Çarşamba

Ulusal ekonomide durgunluk derinleştikçe, ekonomiyi canlandırmaya yönelik arayışlar da devam ediyor. Ancak sorunların “yapısal nitelikli” özünü görmezden gelip, yapay finansman araçlarıyla çözmeye çalıştıkça da dengesizliklerin derinleşerek, makro istikrarı tehdit eder risklere dönüşmesi kaçınılmaz oluyor.
Bu genel giriş cümlelerini geçen hafta Merkez Bankası’nın atmış olduğu son derece tehlikeli bir adıma ilişkin yazmaktayız. Merkez Bankası geçen hafta ulusal ekonomiyi canlandırma adına, bankaların ellerindeki senetler karşılığında açık piyasa işlemleri yoluyla onlara ek likidite sağlamaya başlayacağını duyurmuştu. Bu teknik cümlenin anlamı şudur: bankalar ellerinde tuttukları senetleri Merkez Bankası’na “satacaklar”, karşılığında da Merkez Bankası’ndan “taze para” alacaklardır. Yani, sözün açıkçası: Merkez Bankası bankalara ellerindeki senetlere dayanarak para basacaktır.
Söz konusu politikanın risklerini ve yapay bir şişme yaratmaktan öteye gidemeyeceğini açıklamak için şöyle bir örnek verelim: diyelim ki A bankası büyük bir inşaat firmasına kredi açmış olsun. Banka elindeki kredi senetlerini Merkez Bankası’na götürüp karşılığında taze nakit paraya kavuşacak ve bununla “yeniden” kredi açabilecektir. Böylece kredi hacmi, deyim yerindeyse, hormonlu bir biçimde giderek şişkinleşecek, kredi faizleri düşecek ve ekonominin canlanması beklenecektir. Ancak, diyelim ki inşaat sektörü (örneğin hane halkları gelirlerinin gerilemesi ya da bir dış şok uyarınca) talep yetersizliğinden kaynaklanan bir daralma yaşayıp da ilgili bankaya kredi borcunu ödeme güçlüğü yaşar ise, bankanın elindeki senetler birden değerini yitirebilecektir. Böylesi bir durumun yükümlülüğü Merkez Bankası’na düşecek ve artan risk, daha yüksek enflasyon, daha yüksek faizler ve daha yüksek döviz kuru olarak durgunluğun açık bir krize dönüşmesiyle sonuçlanabilecektir.

***

Söz konusu durumun 2001 Türkiye’sinin önkoşullarını yaratan tüm 1990’lar boyunca Merkez Bankası, Hazine, ulusal bankacılık kesimi ve uluslararası finans şebekesi arasında nasıl da sıcak para spekülasyonuna dayalı finansal bir rant oyununa dönüştürüldüğünü ve sonuçta ulusal ekonomide Cumhuriyet tarihinin en derin krizlerinden birisinin yaşanmış olduğunu hatırlatalım.
Bu hatırlatmaya ek olarak, bir de Türkiye’nin uluslararası düzeydeki kırılganlığının ne boyutta olduğunu bir kez daha görelim. 2017’nin birinci çeyreği itibarıyla Türkiye’nin kısa vadeli dış borç stoku 102.1 milyar dolar, Merkez Bankası brüt döviz rezervleri ise 88.6 milyar dolardır. Kısa vadeli dış borç stokunun, Merkez Bankası rezervlerine oranı tüm uluslararası finans yatırımcıları tarafından bir ekonominin kırılganlığını değerlendirmede kullanılan bir gösterge konumundadır. Bu oran ne kadar yüksek ise, o ekonominin finansal sağlığının o derece bozuk olduğu ve bir krizin ön habercisi olarak değerlendirilmekte olduğu bilinmektedir. Aşağıdaki şekilde söz konusu oranın 2015’ten bu yana eğilimi çizilmektedir.

Türkiye ekonomisinde kısa vadeli dış borç stoku, T.C. Merkez Bankası’nın brüt rezervlerini aşmış durumdadır. Yüzde 120’ye ulaşan bu oran, Türkiye için uluslararası düzeyde çok önemli bir kırılganlık göstergesidir.
IMF programının uygulanmaya başlandığı 2000’den başlayarak, enflasyonu düşürmek ve ekonomiyi canlandırmak uğruna yerel bankacılık sistemine ve uluslararası finans kapitale verilen “hoş geldin partisi” boyunca bu oran yüzde 100’den hareketle yüzde 125’e değin yükselmiş idi.
Hatırlatmak gereği duyuyorum, özellikle her şeyin sürekli “yeni” olarak adlandırıldığı günümüz Türkiye’sinde...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları