Hikmet Çetinkaya

Yıldız çiçekleri...

20 Ağustos 2017 Pazar

Önce perdeleri çektim...
Ay gökyüzüne dönüyordu susuz toprakların üstünde...
Federico Garcia Lorca’nın tez solan mercanları, titremenin sarmaşığında çocuk gözlerimi büyütüyordu.
Yıldız çiçekleri ve gülleri, yaşamın çoğaldığı saatlerde gölgeli ve serin örtüyü anımsatıyordu...
Bir odanın içinde sabaha dek geçmişten konuşmak, yitik iklimlerde sevgiyi aramak artık çok geç...
Kanat dolu bakışların isteksiz!..
Neredesin, kimse bilmiyor!..
Cezaevinde ölüm oruçları karşısında duyarlı olmak için salt insan yüreği taşımak yeter de artar bile!..
Eğer korkusuz kentler kapılarını çoğaltırsa, ölümsüzlük kuşatacak dört bir yanımızı bilmelisin!..
Otuz yıldır çektiğimiz acıları belki de ölene dek yaşayacağız!..
Özgürlük âşığı genç kızların ve delikanlıların, avuçlarında sakladıkları sevdaları arayıp avunacağız!
Zaman zaman da yıldızlara uzanıp kibrit çöplerinden alevler yakacağız!
Bakıyorum gülümsüyorsun güzel çocuk siyah gözlerinle...
Diyorsun ki:“Ben artık büyüdüm!”
Sonra mavi perdelere dokunup “Bendeki rüzgârlar anason kokuyor” deyip ekliyorsun:
“Sen uzaklardayken seni özleten şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Orada gökyüzüne bakmanı, o kentin kahvelerinde oturmanı, martılarla konuşmanı kıskanıyorum.
Ama sen kalkıp başka bir şehre gittiğinde ben biraz hüzünleniyorum..

***

O anda bir şarkı başlıyor ahşap evde...
Yerde bir kilim, bir de divan...
Gramofon dönüyor, çok eski bir şarkı seni alıp çok uzaklara götürüyor:


“Birçok kere yitirdim denizde kendimi
Yeni kesilmiş çiçeklerle dolu kulaklarım
Dilim sevgiyle, acıyla dolu
Birçok kere yitirdim denizde kendimi
Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi.”
Yeşil rüzgâr ve yeşil dallar damar gibi akan ırmağın çevresinde kış çiçekleriyle buluşurken sen yaşanmamış aşkları anlatıyorsun hep!..
Diyorsun ki:

“Bir güvercin gibi ak
O gizli kıyıda
Susadık öğle üzeri
Ama tuzluydu sular.”

O saatlerde Yorgo Seferis’le buluştuğunu biliyordum İyonya’da...
Yaralarla dönmüştük yurdumuza, elimiz kolumuz tutmuyordu, ağzımız tuz pas içindeydi...
Kuzeye doğru yol almıştık uyandığımızda; lekesiz kanatlarıyla bizi sislere salan kuğuların yaraladığı yabancılardık...
Şimdi ellerimiz böğrümüzde...
Sen ve ben, umutları, kışları bölüşüp işi sonuna vardırmıştık...
Pablo Neruda’dan hüzün içinde aceleci bir günü ödünç alıp sandalcının türküsünü dinlemiştik...
Deniz ilkbaharının kışkırtıcı öpücüğü, zindanlarda ölümü bekleyen çocuklarımızın tutkularına dönüşmüştü...
Kendimizden utanıyorduk, elimiz kolumuz bağlı olduğu için...
Susmuştuk...
Sanat yapıtları, kurşun tablolar, iplikten kederli heykeller korkunç oldular...
Kendini aydınlığı berbat etmeye adadı kitaplar; büyük işler pirinçliklerin çamurunda kan lekesiyle kendilerini kabul ettiler...
Bizse olup bitenleri sadece seyrediyorduk!.

***

Yıllar hiç temiz değildi...
Hele uzakta kalan acılar, günün telaşı, uzak adamın kanı köpüğe dönüşünce iyice şaşırıp kaldık!..
Denizin dalgaları lekelendi; ay ve yıldız lekelendi; mevsimler lekelendi...
Hani ezilenlerin direnci gönlümüzün parçasıydı?
Sonra, bir yerlere gittik gizlice...
Yaşamımız altüst oldu...
Kurbanlarının başını Erebos’a döndürdüklerinde, bizim hiçbir şeyimiz yoktu; barışı, sevgiyi, aşkı öğretmekten başka...
Yolda yürürken yıldızlarla konuştuk...
Dedik ki:

“Işıkta üç kırmızı güvercin
alınyazımızı çiziyorlar ışıkta,
renkleriyle, davranışlarıyla
sevdiğimiz kişilerin.”

Arkamıza bakmadan koşmaya başladık!..
Yıllara gömülen taşlara hiç bakmadan!..
Gerçekten kaçıyor, ölüm orucundaki Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için kefen hazırlıyorduk!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları