Hikmet Çetinkaya

Yaşamın suç ortağı...

17 Eylül 2017 Pazar

Bir pazar sabahı... Sen hâlâ uykudasın...
Hangi solgunluk vuruyor seni” diyor Yves Bonnefoy, beyazlaşan bir günün ilk saatlerinde...
Bir yeraltı ırmağı...
Haydi söyle, hangi damar koparıyor ki sende, yankılanıyor düşüşün orada?
Bilmem şairin söylediği gibi mi tüm yaralı aşklar, yaralı şaşkın yapraklar içinde mi kış umutları?..
Bir şeyler fısıldıyor eski zaman saatleri, bir çocuk sabahın çığlığıyla uyanıyor, İzmit’te, Adapazarı’nda, Düzce’de mevsimler gittikçe kayboluyor...
Bense bir savaşın sonunda kumla örtük gördüm seni; sessizliğin ve suyun sınırlarında bocalarken; ve ağzın son yıldızlarla kirli; gecende beklemenin korkusunu bir çığlığı parçalarken...
Hani 60’lı yıllardaki o Vietnamlı çocuk vardı, iri siyah gözleriyle bize sürekli gülümseyen; hani bir genç kız vardı Prag caddelerinde, Rus tanklarının geçişinde kendini paletlerin önüne atan?..
Tüm bunlar, belleklerimizden daha güçlü bir rüzgârdı; yarım kalmış sevişmelerden arta kalan...
Taraçalarda koştuğunu görüyordum, rüzgârla savaştığını görüyordum...
Ayaz dudaklarında kanıyordu...
Şaşkın bakışlar içindeydin...
Yiten kanına yakalanmış gibiydin...
Oysa sen, yaşamın suç ortağıydın...
Yol üstünde zincir şıkırtıları Agostinho Neto’nun, insanlığın büyük güçlerini yansıtıyordu...
Bense gözlerimi yumuyordum...
O sırada sen, Octavio Paz’dan “Unutuş”u okuyordun:
Yum gözlerini yitir kendini karanlıkta
göz kapakların kırmızı yapraklar altında.
Gömül vızıldayan sesin
düşen sesin halkalarına
ve uzaklarda yankılanan
dilsiz bir çağlayan gibi,
davulların çalındığı yerde.

***

Çocuksu bir gülüş seninkisi...
Duyarlı ve tutkulu...
Üstelik yapmacıksız...
Haydi, bırak kendini karanlığa unutuluşta olduğu gibi; kendi etine gömül, kendi yüreğine...
Sonra otur bir mektup, yaz tıpkı Octavio Paz gibi, “Meksika Vadisi”ni anlat...
Deki:
Dudaklar, öpüşler, aşk, her şey yeniden doğar; o ölümsüz, o yalın unutuşta: gecenin kızlarıdır yıldızlar.
Bir içki kadehi dursun masada...
Gramofonda eski bir şarkı...
Haydi soyun biraz, Nâzım’ın dizelerinden çıkıp gel, 1940 sonbaharında olduğun gibi!..
Biraz Turgut Uyar oku, Edip Cansever’in şiirlerinden tat al...
Sen hiç geceleri çiçek açan ıhlamur ağacı gördün mü?..
Bir Cemal Süreya ol, gülü al yüzüne süreyim...
Şimdi bir güvercin uçuşunu bölüş; gökyüzünün o maviliğini yakalamaya çalış...
İstersen bir Akdeniz kentini düşün...
Vazgeç, bak o sıvı karanlığında uykunun, yazılacak çok şey var:
Saydam gövdesini açıyor gün. Güneş taşına bağlanmışım; ışık, görünmeyen büyük çekiçleriyle dövüyor beni. Bir duraklamayım sadece, bir titreyişle bir başkası arasında: yaşama noktasıyım, birbirini görmezlikten gelen, içimde buluşan iki bakışın kesiştiği yerde keskin, sessiz bir nokta. Antlaşma mı yapıyorlar? Saf boşluğum ben, savaş alanı. Öteki gövdemi görüyorum gövdemin arkasında. Taş parıldıyor. Güneş gözlerimi oyuyor, iki yıldız, kırmızı tüylerini sürüyor boş oyuklara. Görkem, kanatların kıvrımı, yırtıcı bir gaga. Bir türküye başlıyor gözlerim ansızın. Dal bu türküye, ateşe at kendini.

***

Unutulmuş bir pazar bugün...
Artık uyan, saat on ikiyi vurdu...
Mario Luzi’nin son gölgedeki derin yaz’ı da geride kaldı; açık ve aydınlık ülkelerde...
Benim ülkemde ise açlık, yoksulluk, alacakaranlık kol geziyor... Ve Paul Celan’ın “Bütün Bir Hayat”ıyla başlıyor gün:
Beyazdır ölümün güneşleri, çocuklarımızın saçları gibi:
O, yükselen sulara gelmişti, sen kumlukta bir çadır
kurduğunda
Sönmüş gözleriyle, başımızın lazerinde
mutluluğun hançerini kaldırmıştı.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları