İktidar ve korkusu

12 Ekim 2017 Perşembe

“AKP kaybederse Türkiye kaybeder” ve “Her kim Gezi olayları ile FETÖ ihanetinin ilgisinin olmadığını söylerse ya cahildir ya kendisi de aynı ihanetin içindedir. Kim bölücü örgütün eylemleri ile DEAŞ’ın saldırılarının alakasının bulunmadığını iddia ediyorsa ya dünyadan bihaberdir ya da aynı dünyanın bir parçasıdır” iddiaları anlığımda bir kapıyı araladı.
Bir partiyi bir ülkeyle özdeşleştiren, her şeyi her şeye bağlayarak, herkesin “bize” karşı komplo içinde olduğuna, bu durumu göremeyenlerin de ya cahil ya da hain olduğuna inanan anlayışın araladığı kapıdan dışarı, Alman sosyolog Klaus Theweleit’in, en son ne zaman okuduğumu bile unuttuğum, Male Fantasies (Erkek Fantezileri - 1987) kitabı çıktı.
Theweleit’in kitabı, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Almanya’da yenilgiyi, ateşkesi kabul etmeyen bazı düşük seviyeli aristokrat, Freikorps (gönüllü milisler) üyelerinin anı defterlerindeki notların analizine dayanıyor. Bu Freikorps üyeleri daha sonra Nazi partisinin kuruluşunda yer almış, bir kısmı Nüremberg Mahkemesi’ne kadar gelmiş.
Kitabı yeniden okumaya üşendiğimden önce altını çizdiğim notları taradım, gözümün önünde bir şeyler belirmeye başladı. Şimdi paylaşacaklarım, belki sizin anlığınızda da kimi kapıları aralar.

***

Bu Freikorps üyeleri, Weimar Cumhuriyeti’ne (faşizm öncesindeki rejim) iki nedenle nefret duyuyorlarmış. Birincisi, Weimar’ın demokratik ortamında sıklaşan işçi hareketleri ve komün kurma çabaları. İkincisi de kadınların elde ettiği oy verme hakkı. Bu aristokrat üyeler, ait oldukları kültürel çevre, bu gelişmeleri adeta erkekliklerini hedef alan bir saldırı olarak algılamışlar: Komünizm mülklerini, toplumsal statülerini, kadın hakları da erkekliklerini tehdit ediyor, böylece ekonomik, siyasi ve cinsel bir iğdiş edilme (fallusu kırma) korkusu yaratıyormuş.
Sanırım siyasal İslamın Cumhuriyet nefretinin de temelinde benzer bir korku yatıyor. Fiziki üretim araçlarından yoksun, ancak dini ilişki ağları ve kurumları içindeki varlıklarıyla ekonomik artığa ulaşabilen kesimin, ekonomik siyasi iktidarına laiklik son verdi. Kadınların oy verme hakkı da kadın üzerindeki mutlak cinsel iktidarlarına... Böylece, “fallus” iki kez kırılmış oluyordu.
Ancak bunların bir kesimi Cumhuriyetle “ateşkesi” kabul etmeyerek yerel (mikro) iktidar alanlarına çekildi, muhafazakâr partilere yapışarak yaşayageldi. Bu kesimden ayakta kalabilenler, 60’ların sonunda, kapitalizmin yapısal krizinin Türkiye’yi de vurduğu, sınıf mücadelelerini keskinleştirdiği, komünist harekete canlılık getirdiği 70’li yıllarda yeniden ortaya çıkmaya başladılar. 1980’lerde, askeri diktatörlüğün Cumhuriyetin laik değerlerine yönelik saldırısının ve Özal neoliberalizminin toplumsal sonuçlarını vermeye başladığı 90’lı yıllarda, siyasal İslam, bağımsız bir siyasi hareket ve potansiyel iktidar (“fallus”) adayı olarak şekillenmeye başladı. Şimdi siyasal İslam AKP liderliğindeki rejimiyle, Cumhuriyet’ten kurtuluyorlar, yayınlarında, şeriat rejiminin ayrıntılarını tartışıyor. Ancak ya bir şey olur da “fallus” yine kırılırsa?
Bu da bizi, siyasal İslamın tüm toplumu kendi “suretinden” yeniden üretme, aynılaştırma saplantısına getiriyor. Siyasal İslam için, aslında tek bir “öteki” var: Bu “öteki” aynılaştırma arzusuna direnen; siyasal İslamın dışında kalan herkesi kapsıyor
Gerçekteyse bu “öteki” parçalıdır. Aynılaştırma projesini, kadın hakları ve feminist direniş, toplumun hâlâ laikliğe sadık yüzde ellisi, Kürt siyasi hareketi, komünistler, hatta bir “kâr makinesi” olarak sermayenin koyduğu sınırlar tehdit ediyor.
Bu gerçekliği yadsımanın yalnızca bir yolu var o da, “her şeyin birbirine bağlı” ve direnen herkesin arkasında bu “öteki”nin üst aklının olduğuna inanmak. Bu da “Siyasal İslam”ı hep aynı soruyla meşgul olmaya mahkûm ediyor: “Adamın arkasındaki adamın arkasında kim var?” Bu mahkûmiyetten kurtulma çabası da “ötekini” yok etme saplantısını besliyor. Gerçekten korkutucu...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları