Düşman Gerekiyorsa...

17 Aralık 2017 Pazar

Kimi filozoflara siyasal eylemin içinden baktığımızda şaşırırız. Şaşırır ve sorarız; aklıyla, eylemiyle Hitler’e, Nazi partisine katılmış, onun hizmetine girmiş bir “düşünür”, yeniden akademik tartışmaların öznesi olmayı nasıl başarabilir ki? Onlardan birisi; Carl Schmitt, aynı yolda yürüyen Heidegger gibi akademiye dönemese de hukuk felsefesinde pek çok tartışmaya yol açmış tezlerin sahibi olarak uzun süre etkili oldu, olmaya da devam ediyor.

***

1933 yılında Nazi partisine giren Schmitt’in, milyonlarca insanın ölümüne yol açan savaşı başından sonuna yaşadığını, her şeyi bildiğini, bu dönemde, yalnız parti üyesi olarak değil, Nasyonal Sosyalist Hukukçular Birliği’nin başkanı olarak da Hitler rejimine hizmet ettiğini hatırlamamız gerekiyor. Ve yine savaş sonrasında kendisine, biyografisi görmezden gelinerek değerli bir düşünür muamelesi yapıldığı da unutulamaz.

***

Bir kafa karışıklığı ile mi karşı karşıyayız, yoksa gerçekten Schmitt’in tezlerinde bizim görmekte zorlandığımız bir şeyler mi var. Aslında kafamız karışık değil. Schmitt de anlı şanlı bir Nazi. Bu kargaşanın nedeni, Schmitt’in, “tek adamı” meşru kılan teorisini, “demokrasi” olarak nitelenemeyecek parlamenter sistemle hesaplaşma kılığında, “anayasal ve anayasal olmayan diktatörlük”, “olağanüstü halin sürekliliği” gibi tezlerle genişletmiş, zenginleştirmiş olmasıdır. Schmitt parlamentoları sevmedi; “inanmadığı demokrasinin” gerçekleşeceğine de inanmıyordu zaten.

***

Schmitt aslında demokrasiyi imkânsız, imkânsız olduğu için de lüzumsuz buluyordu. “Zamanın ruhuna” göre sürekli değişmiş, ilki 1927, dört farklı baskısı bulunan “Siyasal Kavramı” (Der Begriff des Politischen) başlıklı çalışmasında, siyasetin sınıflar, etnik gruplar ya da inançlar arasında değil, kabaca dost ve düşman ayrımına dayandığını anlatır. Schmitt’in “siyasal”ında yalnızca “dost” ve “düşman” vardır. Düşman genellikle dışarıdadır ama aynı zamanda devletin huzurunu sağlamak gerekiyorsa bir “iç düşman” da neden icat edilmesin.

***

Özetle Schmitt parlamenter sistemin işe yaramazlığına, temsil yeteneği olmadığı iddiasına dayanır; parlamentonun değil, ekonomi, din vb. çıkar gruplarının öncelikli olduğunu belirtir. Biz de biliyoruz ki parlamenter demokrasi, gerçek temsili sağlayamayan bir sistemdir. Peki bu saptamadan ne çıkar? Bizim Schmitt’e itirazımız, empatiyle yaklaşmakta zorluk çekmemizin nedeni yalnızca parlamento eleştirisi değil ki; “ötekilere” hayat hakkı tanımayan kurgusu ve otoriteyi kutsayan eylemi.

***

“Ötekilerin” yok oluşunu “teorileştiren” Schmitt, savaşın sonuna kadar görevini sürdürdü. Savaştan sonra kısa süre, bir yıl kadar kampta kaldı, serbest bırakıldı. Zaman neyi gerektiriyorsa onu yapmış olmanın “huzuru” içinde ömrünü tamamladı. Peki ben “Temsili demokrasinin” “demokrasi” ile ilgisinin olmadığını anlatan, asla sempati duymadığım tuhaf düşünürü bu konuda haklı buluyor olabilir miyim?
Yok, hayır o kadar da değil, parlamenter demokrasiye haklı ve sert eleştiri, onun yerine geçmek isteyen bir otorite olmadığı zaman daha çok anlam kazanır.

***

Tamam hatırladım şimdi; ben bu yazıyı tümüyle pratik kaygılarla, ölümü kutsamadığım için, aynada hayatı görerek kurmuştum; sonra yazmaya koyuldum: Kendilerini pazarlayan yeni Schmitt’lere gerek yoktur. Gereksindiğimiz; gelir dağılımının adaletsiz, adaletin çift anlamlı “mülke” bağlı olduğunu her yerde, herkese anlatmak, mümkünse hayatı “ötekilerle” birlikte, karanlık bir ruhla değil, aydınlık yüzlerin neşesiyle örgütlemektir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları