Bir sürgün mahalli olarak çocukluk!

Fransız yazar Jules Renard’ın (1864-1910) Can Yayınları tarafından yayımlanan ve dilimize Ebru Erbaş tarafından çevrilen Havuçkafa kitabı, aile içinde eksiksiz bir masumiyetin ya da aile dışında, sert yoksulluk koşullarında direnme ve acımanın sembolü olarak ele alınmış çocuğu, çocukluğu o güne dek işlenenden bambaşka biçimde ele aldığı bir kült.

Yayınlanma: 14.02.2023 - 00:02
Bir sürgün mahalli olarak çocukluk!
Abone Ol google-news

EDEBİYATÇI VE BELEDİYE BAŞKANI

1864’de, Fransız taşrasında doğan Jules Renard. zor bir çocukluk geçirmiş. 1910’da, 46 yaşında yaşama veda etmeden önce Fransız edebiyatına ve eğitim alanının reformize edilmesine önemli katkılarda bulunmuş.

Sosyalist aday olarak seçilip Fransız taşrasında belediye başkanlığı da yapmış bir isim olması dolayısıyla sadece edebiyatla sınırlı kalmamış, kamusal ve siyasi bir figür olarak da öne çıkmış.

Havuçkafa her şeyden önce çocukluk üzerine bir kitap, çocukluğu o güne dek işlenenden bambaşka bir biçimde ele alan bir metin.

Ya aile içinde eksiksiz bir masumiyetin ya da aile dışında, sert yoksulluk koşullarında direnme ve acımanın sembolü olarak ele alınmış çocuğu, ruhu pekâlâ kötülük de barındırabilen bir kahraman olarak kavrıyor.

RENARD’IN ÇOCUKLUĞA İLİŞKİN İDDİASI!

Günlüklerinde şöyle yazıyor Jules Renard: “Victor Hugo ve niceleri çocuğu hep bir melek olarak gördüler. Asıl onda şeytani ve gaddar olanı görmemiz gerekir. Çocuğa dair yazılanlar da ancak bu bakış açısıyla yenilenebilir. Çocuğun küçük bir hayvan olması kaçınılmazdır.”

Ancak metni ve onun çocukluğa ilişkin iddiasını bu sözle sınırlı kalarak anlamayı denerseniz kuşkusuz bu sizi ancak eksik bir okumaya götürecektir.

Havuçkafa çocukta şeytanî olanı ortaya çıkaran koşulları, aile ortamındaki engin şefkatsizliği, bazen gaddarlığa varan acımasızlığı ve ayrımcılığı, tüm bunların bir çocukta açabileceği derin yaraları da kelimenin tam anlamıyla deşiyor.

Dolayısıyla kötülüğün ortaya çıkışına hem büyük bir soğukkanlılık hem görkemli bir sadelik hem de tüm bu ağır ve sert konulara ustaca işlenmiş bir mizahla neşter atarken sadece çocuk ruhuna değil insan ruhunun derinlerine doğru da ilerliyor Renard.

KUTSAL AİLE MİTİ VE MAYALANAN KÖTÜLÜK!!

Bir çocuğun içinde var olması pek de kolay olmayan bir baba ocağında, baştan sona isimsiz kaldığı, baştan sona bir takma isimle anıldığı, bu takma isimle cisimleşen etiketlere hapsedildiği yaşamına tanık oluyoruz metin boyunca.

Sadece kutsal aile mitinin değil, kutsal anneliğe yüklenen tüm değerlerin de birkaç güçlü ama süsten püsten arınmış hamleyle yerle bir edildiği bir metin bu.

Ona sunulur gibi yapılan her armağan, içinde uyandırılan her hayal sonunda kırılırken... Her defasında büyük bir ümitle başlayan ve ince ince hesap ederek giriştiği her sarılma hevesi boşa çıkarılırken... Kardeşlerine tanınan her ayrıcalıktan mahrum bırakılırken... Bir şey içme hakkı bile bir kandırmacayla hiç edilirken... Yine bir kandırmacayla hissettikleri yok sayılıp avlanan kuşların kafasını koparmak, gece karanlıklarında kümes kapısını kapatmak gibi yaşını hayli aşan işlere mahkum bırakılırken çocuk da içinde derinleşen bir kötülüğü, kendinden alınan her şeye karşılık bir intikam hissini ağır ağır mayalandırıyor.

Havuçkafa’da şeytani olanın ortaya çıktığı en çarpıcı sahne de insanın aklından kolay kolay çıkmayacak bir intikam hareketi aslında:

Derslerinin ve özellikle sözlü anlatımının pekiyi olduğunu, ama bunu bile pek kimsenin fark etmediği, gün saydığı yatılı okulunda herkese şefkatle yaklaşan etüt hocasını, çok sevimli bulunan al yanaklı bir çocuğa cinsel duygular beslemekle suçlayarak müdüre gammazlıyor Havuçkafa.

Tüm öğrenciler işten atılan etüt hocasını uğurlarken, Havuçkafa da tıkıldığı ceza odasındaki pencereyi kırıp ellerinden süzülen kanı yüzüne sürerken şöyle haykırıyor: “Benim de yanaklarım kızarır, istedikten sonra!” (s. 93-102)

YAZARIN TAŞRA ÇOCUKLUĞU

Evet, bir çocukluk hikâyesi Havuçkafa, bir sürgün mahalli olarak çocukluğun hikâyesi. Ama hem de bir taşra hikâyesi. Dilinin tüm süslerden arınmış sertliği, dolayımsızlığı ve doğrudanlığı, tevazuya yaslanan acı gerçekçiliği ve acı mizahı da geri planda duran taşradan, taşralının dünyaya bakışından izler taşıyor.

Natüralizmin belki de en çıplak hali ile örülmüş, onu tasvirlerden de arındırıp sınırlarına dek götüren bir dili var Havuçkafa’nın. 19. yüzyılın çok ötesine göz kırpan bir stilistik etki bırakıyor ardında.

Jules Renard’ın bu kadar dürüst bir metni bu kadar erken kaleme alabilmesini olanaklı kılan aslında tam da o gaddarlık ve duyarlılık, o gaddar duyarlılık içinde büyümüş olması. Anlatılan kendi taşra çocukluğunun hikâyesi sonuçta.

Ama bir taraftan da sakince deştiği ‘zavallı’ insanlık halleriyle pekâlâ her yerde de geçebilecek bir hikâye anlatıyor aslında Jules Renard¹. Dün ya da bugün, taşrada ya da kentte, Fransa’da ya da burada.

Öyleyse çocuk seviyor olmakla pek övünse de çocuklarına anlatacak tek bir masal dahi anımsamayan, pek çok çocuğu için Havuçkafa’dakileri bile kat be kat aşan gaddarlık sahneleri kurabilen bugünün Türkiye’sine de çok şeyler anlatabilecek bir metin Havuçkafa.

Felix Vallotton imzalı harika çizimlerini de anarak bitirelim.

¹ Havuçkafa’yı bağlamının ötesinde ele alacaksak, yanında şu metni de okumak faydalı olacaktır: Elisabeth Young-Bruehl, Çocuk Düşmanlığı: Çocuklara Karşı Önyargıyla Yüzleşme, Çeviren: Aksu Bora, İletişim Yay. / 2021.)


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler