Gülsüm Cengiz: ‘Yaşamdan şiirler damıtıyorum!’ Eray Canberkin söyleşisi...

Şiirimizin üretken kalemlerinden şair Gülsüm Cengiz yazında 40. yılını taçlandıran yeni şiir kitabı Başka Bir Gökyüzünün Altında (Tekin Yayınevi) ile yine toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla, insani ve sağduyulu bir sesle mültecilik, sınırlar, savaşlar, yaşamı çalınan çocukluk hakkında onurlu bir şiir işçisinin diliyle sesleniyor.

Yayınlanma: 18.05.2023 - 00:03
Gülsüm Cengiz: ‘Yaşamdan şiirler damıtıyorum!’ Eray Canberkin söyleşisi...
Abone Ol google-news

Şiirimizin üretken kalemlerinden şair Gülsüm Cengiz yazında 40. yılını taçlandıran yeni şiir kitabı Başka Bir Gökyüzünün Altında (Tekin Yayınevi) ile yine toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla, insani ve sağduyulu bir sesle mültecilik, sınırlar, savaşlar, yaşamı çalınan çocukluk hakkında onurlu bir şiir işçisinin diliyle sesleniyor.

Balıkların özgürce gidip geldiği ama insanların özgürce gidemediği, sınırlarında öldüğü dünya ile “Neden bu kadar kolay bir çocuğun ölümü” sorusu şiirine nüfuz ediyor. Sonra “Ceviz ağacının yapraklarının hışırtısı/ ışıl ışıl parlayan çocuk gözleri... / İşte budur yaşam sevinci” dizeleri de şairin şiirinde görerek yaşamın binbir rengine tanık ediyor.

Başka Bir Gökyüzünün Altında, Cengiz’in dizelerine eşlik ederken arındıran, insanın temel değerlerini ve yaşama sevincinin galebe çalacağını yeniden anımsatan umutlu bir okuma, umutlu dizelerle buluşturuyor okuyucuları.

1983’te, Kemal Özer’in yönetimindeki Varlık’ta yayımlanan şiirleriyle girdiği yazın yaşamının durakları, yapıtlarındaki toplumcu gerçekçi tavrı, dizelerinde ifadesini yetkin diliyle bulan doğanın imgeselliği... Şiirlerinin vazgeçilmez ana duygusu, imi gücünü doğanın sürekli yenilenişinden ve bilimden alan iyimserlik ve umut ve o umudun simgesi çocuklar...

İnsanlığın acılarına dikkat kesilmiş bir duyarlılıkla bileşen, kadın yaşamlarına yakın tanıklıklarını da ozan duyarlığıyla birleştirerek, toplumsal olayların yanı sıra kadının bin yıllardır süren ezilmişliğini sorgulayan, karşı çıkan yapıtlarıyla şiirin işlevselliğine ve dönüştürücü gücüne inancı hele ki Anadolu kadınının bilgeliğinin yaratısındaki sarsılmaz yeri...

Gülsüm Cengiz’in 40 yıla varan yazın yolculuğuna ilişkin okuyacağınız söyleşide yer alan bağlamlardan sadece bazıları.

ÖĞRETMEN ŞAİR

- Necatigil “… şiiri, şairin hayatına paralel, o hayatın bir görüntüsü gibi düşünüyorum.” der. Ben de şairimizin düşüncesini izleyerek söyleşiye başlayalım istedim. Önce yaşantından, yaşadıklarından konuşalım, sonra şiire, yeni kitabına geçelim…

Önce yaşantından, yaşadıklarından söz edelim dedim ama işin içine yeni kitabın “Başka Bir Gökyüzünün Altında” giriyor ister istemez. Bana sorarsan bu kitaptaki şiirler yaşadıklarının da, şiirinin de yoğun birer örneği gibi. Yoksa “özü” mü, temsilcisi mi demeli?

Özellikle, kitaptaki “Yaşamdan İzdüşümler” bölümü…. “Gülistan” başlıklı şiirinde doğup büyüdüğün Sütçüler kasabasından söz ediyorsun. Ortaokulda bir sınıf arkadaşım o kasabandandı ve bana, bir şehir, daha doğrusu bir İstanbul çocuğuna anlattıklarıyla tanıtmıştı o uzak ve kırsal dünyayı.

Sen de şiirinde anlatıyorsun, anıyorsun bu dünyayı ve ardından “Kuzguncuk Bostanı’nda Bahar Karşılaması” geliyor. Nereden nereye? Kasabadan büyük kente… Bu serüveninden kısaca söz eder misin?

Necatigil ustanın sözlerine katılmamak elde değil. İnsanın dünyayı algılaması ve bu algısını sanatsal ürünlerle ortaya koyması onun kişisel tarihiyle yakından ilgilidir.

Doğduğu coğrafyadan, içine doğduğu toplumsal koşullara; kişilik özelliklerinden aldığı eğitim ve edindiği kültürel alt yapıya; yaşam yolunda birlikte yürüdüğü insanlardan dünya görüşüne sanat anlayışına ve şiire verdiği emeğe- şiir işçiliğine dek uzanan bir dizi etken oluşturur şairin kişiliğini ve şiir dünyasını...

Yaşadıklarımın şiirime ve yazdığım öteki kitaplara doğrudan yansıdığını düşünüyorum; yalnız kendi yaşadıklarım değil, ülkemizde dünyada yaşananların da...

Yaşam öykümden, 40 yıllık edebiyat yaşamımdan bu söyleşide ayrıntılı olarak söz etmek olanaklı değil. Kısaca değinip geçelim. Gezici sokak sütçüsü bir babanın iki eşinden doğan 6 çocuğun en küçüğü olarak, 1949’da Isparta-Sütçüler’de doğdum.

Yeşilin binbir rengiyle kaplanmış dağlardan gelen yeraltı sularının berrak pınarlardan fışkırdığı bir coğrafyada açtım gözlerimi yaşama...

On İki Temmuz Şarkısı şiirimin girişindeki “Bir çığlıkla açtım gözlerimi dünyaya / Temmuzda Toroslarda / yeşili doldu gözlerime ilkin, / uçsuz bucaksız / yüreğime Akdeniz’in güneşi. / Gül kokulu sabahlara uyandım / halı tezgahında kirkit; / yamaçlarda / çan, çıngırak, oğlak, çoban sesine. / Kıl çadırlar, tahta beşik / defne, mersin kokusu; / söylenceler, / türküleri bu iklimin / emzirdi şiirimi. / Temmuz beni doğurdu / sevdalandım yaşama.” dizelerimin şiirimin doğal ve kültürel kaynakları hakkında ip uçları verdiğini düşünüyorum.

Ancak bu yeterli değil. Çünkü Akdeniz’de doğdum, ama İstanbul’da yetiştim. Yaşamımın ilk yılları İstanbul ile Sütçüler arasındaki gidiş gelişlerin anılarını taşıyor.

İlkokula Sütçüler’de başladım. Sonra, İstanbul’a yerleştik. Çocukluğumun en güzel yılları, birbirinden farklı dinlerin, kültürlerin iç içe yaşadığı bir semt olan Kuzguncuk’ta geçti. Farklılıklara saygıyı, hoşgörüyü öğrendim orada... Bu yüzden, yaşamım boyunca cinsiyet, dil, din, ırk ayrımcılığına, insanların farklılıkları nedeniyle ötekileştirilmesine; öteki olana uygulanan baskı ve şiddete karşı oldum.

Yaz aylarında Sütçüler’e, bazen annemle gittim bazen de anneanneme gönderildim. Anneannem iyi bir masal anlatıcısıydı, babamınsa şiir yazmaya kadar varan edebiyat hevesi vardı, okumayı da severdi. Doğduğum coğrafyanın bana kattıkları, İstanbul’da edindiğim kültürel birikim ve dünya görüşüm kişiliğimi belirledi.

İlkokul üçüncü sınıftayken annem Paşalimanı’ndaki Tekel Fabrikası’nda tütün işçisi olarak çalışmaya başladı. Aralarındaki büyük yaş farkı ve uzun süreden beri var olan anlaşmazlıklar nedeniyle annemle babam ayrıldılar. Biz üç kardeş babamla kaldık.

Yaşam acıları, sevinçleri ve daha pek çok çeşitlilikleri barındırıyor. Küçük yaşta, anne baba ayrılığının getirdiği yoksunluklara karşın; yaşam beni iyi öğretmenlerle karşılaştırdı.

Kuzguncuk İlkokulundaki sınıf öğretmenim Yaşar Kırca deneyli bir eğitimciydi. Kitapların büyülü dünyasıyla onun aracılığıyla tanıştım. Okul yöneticisi, tiyatro sanatçısı Pekcan Koşar’ın annesi Sabiha Koşar’dı. Savaş sonrasının yoksunluklarına karşın okulda mutlaka kültürel bir etkinlik yapmaya çalışırdı. Karagöz - Hacivat gösterileri, şair Ziya Mısırlı’nın sınıfımızdaki konukluğu, kültürel geziler o dönemden anımsadıklarımın yalnızca bazıları.

Davutpaşa Ortaokulu’ndaki müzik öğretmenim Muhibbe Samanlı sayesinde henüz ortaokul 2. sınıftayken opera ve operetle tanıştım. Her biri ayrı bir değer olan İstanbul İlk Öğretmen Okulundaki öğretmenlerimizin çoğu köy enstitüsü çıkışlı ve köy enstitülerinde çalışmış eğitimcilerdi... Bizi yalnız ders kitaplarında anlatılanlarla, sınıf içi etkinliklerle değil, kitapların büyülü dünyasıyla, müzikle, tiyatroyla; acıların ve sevinçlerin paylaşılması, haksızlıklara karşı mücadele etmek gerektiği düşüncesiyle yetiştirdiler.

1966’da İstanbul İlk Öğretmen Okulunu bitirdim. Balıkesir’in Merkez Kürse ve Balıklı köylerinde 5 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, eğitimimi tamamlamak için İstanbul’a döndüm. Fatih Draman’da 8 yıl, Beyoğlu Piri Reis İlkokulunda 1 yıl olmak üzere 14 yıl öğretmenlik yaptım.

Bu süreçte, TÖS’ün ardından kurulan TÖB-DER’de daha güzel bir dünya için mücadelemi, benim gibi düşünen insanların mücadelesiyle birleştirdim. 1970’li yıllarda yazmaya başladığım şiirlerime, Denizlerin idam edilmesi, devrimci gençlerin öldürülmesi ve ülkemizde yaşanan daha pek çok acı ve üzünç yansıdı.

Fotoğraf: ASLI AKYÜZ

‘EDEBİYATA 1983’TE KEMAL ÖZER’İN YÖNETİMİNDEKİ VARLIK’TA YAYIMLANAN ŞİİRLERİMLE GİRDİM!’

Erikler Çiçek Açıyor adlı şiirim, 1979’da İYG 3. ve Politika Gazetesi Özel Ödülüne değer bulundu, ama şiirlerimi yayınlatmak için acele etmedim. Edebiyata ilk kez 1983’te, Kemal Özer’in yönetimindeki Varlık dergisinde Her Sayı Yeni Bir Ozan sayfasında yayınlanan şiirlerimle girdim.

İlk şiir kitabım Eylül Deyişleri, 1987’de Cem Yayınları Türk Yazarları dizisinde Kemal Özer’in önsözüyle yayınlandı. Onu Sevdamız Çiçeklenir Zulada, Mayısta Üzgün Gönlüm, Akdeniz’in Rengi Mavi, Silinsin Diye Yeryüzünden Savaş Sözcüğü, Yasak Sevda Sözcükleri ve yeni yayınlanan Başka Bir Gökyüzünün Altında adlı şiir kitaplarım izledi.

Şiirin dışında tiyatro, deneme, anı, araştırma, antoloji, biyografi, çocuk ve gençlik edebiyatı türlerindeki kitaplarım yayınlandı. Şiirlerim pek çok dile çevirilerek seçki ve derlemelerde yer aldı.

Silinsin Diye Yeryüzünden Savaş Sözcüğü (İngilizce-Türkçe) 2010, Akdeniz’in Rengi- Die Farbe des Mittelmeeres-seçme şiirler- (Almanca-Türkçe) 2013; Yasak Sevda Sözcükleri / Lessico Proibito D’amore (Italyanca)- 2017 çevirilen şiir kitaplarımdır. Çocuk, gençlik ve diğer yetişkin kitaplarım da pek çok dile çevirilerek yayınlandı.

Tiyatro, deneme, antoloji, çocuk ve gençlik edebiyatı yapıtlarıma verilen ödüllerin yanı sıra şiirlerim de yurt içinden ve dışından olmak üzere ödüllendirildi. Erik Ağacından İsteğimdir -1986 Yeni Türkü Yayınları ‘İlgiye Değer’ Ödülü; 1995 Truva Şiir Ödülü; Şaire Mahsati Gencavi Şiir Ödülü, Azerbaycan - 2010; Kadınlar İçin Söylenmiştir(araştırma ve antoloji) Oğuz Tansel 2012 Halkbilim Ödülü-PEN Türkiye Mart 2012 Ayın Kitabı; Manisa Şiir Günleri 4- 2017 Niobe Ödülü; Uluslararası Nurengiz Gün Şiir Ödülü, Azerbaycan-2020.

Yapıtlarımı, şair ve yazar kimliğimi konu alan pek çok tez çalışmasının yanı sıra hakkımda dosya ve sempozyum düzenlendi. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü ile Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri tarafından 28-30 Nisan 2010 tarihinde düzenlenen Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Gülsüm Cengiz Sempozyumu’nda sunulan bildiriler “Şiirin Rüzgarında Masal Kuşunun Kanadında” adıyla kitaplaştırıldı-2011.

1981’de Hüseyin Akyüz’le evlendim. 1985’te kızım Aslı doğdu. 1988’de arkadaşlarımla Demet Yayıncılık’ı kurduk. 12 Eylül 1980’den sonra mücadelemi Türkiye Yazarlar Sendikasında sürdürdüm.

1992’de Aziz Nesin’in başkanlığını yaptığı TYS Yayın Yarkurulu Yazmanlığı, 1993’te Oktay Akbal’ın başkanlığında TYS yönetim kurulu üyeliği-Sivas kıyımından sonra bir süre genel sekreterlik, Şükran Kurdakul’un başkanlığındaki PEN Türkiye merkezindeki çalışmalarım, 1999’da Cengiz Bektaş’ın başkanlığındaki 6 yıl TYS genel sekreterliği...

1994’te Şükran Soner’in önerisiyle Cumhuriyet’in gençlik sayfasında başlayan köşe yazarlığını; Gerçek Dergisi, Evrensel, Emek ve Yeni Evrensel gazetelerinde sürdürdüm. 1995’te eşimden ayrıldıktan sonra, bir yandan şiirlerimi, çocuk kitaplarımı yazdım bir yandan kızımı büyütmek için pek çok işte çalıştım.

Ansiklopedi editörlüğü, yayın koordinatörlüğü, çocuk yayınları yönetmenliği, TRT’de program danışmanlığı vb. pek çok iş yaptım. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen Ed. Fak. Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümünde öğretim görevlisi olarak 11 yıl, İstanbul Teknik Üniversitesinde Türk Dili okutmanı olarak 1 yıl çalıştım.

Yaptığım her iş bana yeni bir şey öğretti; öğrendiklerim yazınımı varsıllaştırdı. Şiirlerim, yaşamımın ve kişiliğimin bir yansıması olarak ortaya çıktı.

ÖMÜRLÜK DOSTLAR, YOLDAŞLAR: ERAY CANBERK, ASIM BEZİRCİ, SENNUR SEZER, KEMAL ÖZER, ŞÜKRAN KURDAKUL, HIFZI TOPUZ...

- Eski bir tanışıklığımız var. Gerçekten de kırk yılı aşkın süredir arkadaşız. Gün oldu ortak çalışmamız da oldu. Sen de, ben de Kemal Özer ağabeyimiz ile de ortak çalışmalar yapmıştık. İki şairin ya da edebiyatçının ortak çalışma isteği yalnızca kişilik yapılarından kaynaklanamaz diye düşünüyorum. Bu konuda ne dersin?

Bu konuda kendimi hep şanslı saydım; gençlik yıllarımdan bu yana daha güzel bir dünya düşünü ve mücadeleyi paylaştığım insanlar açısından da, şair yazar sanatçı dostlar açısından da...

1975’te yaşamımın en güzel deneyimlerinden birini yaşadım. Ruhi Su’nun yaptığı sınavı kazanarak Ruhi Su ve Dostlar Korosu’na katıldım. 1,5 yıllık çalışmamızın ürünü olan El Kapıları uzunçalarının ardından, TÖB-DER İstanbul Şubesi yönetim kuruluna seçilmem nedeniyle korodan ayrılmak zorunda kaldım.

Ruhi Su, koro arkadaşım ve dostum Sümeyra, Asım Bezirci, Sennur Sezer, Adnan Özyalçıner, Ataol Behramoğlu, Kemal Özer, Şükran Kurdakul, Mehmet Başaran, Hıfzı Topuz, Melisa Gürpınar, Aydın Hatipoğlu, sen... Hangi birini saymalı?

Kemal Özer’in, Varlık’ta edebiyatımıza ve benim yaşamıma yaptığı katkılara değinmeden geçmek istemem. 1983’ün ilk günlerinde, götürdüğüm 10 şiirimin değerlendirmesini aylar sonra değil de yalnızca bir hafta sonra bildireceğini söylediğinde kulaklarıma inanamamıştım.

Bir hafta sonra söylediği saatte Varlık dergisine gittiğimde, gerçekten şiirlerimin okunup değerlendirildiğini görmekse şaşkınlığın yanı sıra hayranlık uyandırmıştı bende.

O güne kadar alışık olmadığım bir dergi yöneticisi ve şiir ustasıydı. Şiire yeni adım atan bir genç karşısında büyüklenmeyen, onun yazdıklarını okumaktan erinmeyen, sözünde durarak söylediği gün ve saatte şiirler üzerindeki değerlendirmesini sunan bir usta... (Ki bu davranışının yalnızca bana özgü olmadığını, onun şiire saygısından ve öz disiplininden kaynaklandığını daha sonra öğrendim.)

Benimle kısa ama net cümlelerle konuşarak şiirlerimi beğendiğini ve 1980 sonrasında bu tür şiirler yazmamı önemsediğini açıkladı. Ağustos 1983’te Varlık’ta, Kemal Özer’in kısa bir tanıtım yazısıyla sunduğu Her Sayı Yeni Bir Ozan başlığı altındaki bir tam sayfada birkaç şiirim birden yayınlandı. Sevincime diyecek yoktu.

Şiirlerimi ilk kez bir dergi sayfasında görmenin ötesinde, birçok edebiyat ustasının ilk yapıtlarının yayınlandığı Varlık’ta yayınlanmasının verdiği sevinçti bu. Şiirlerimi kitaplaştırmak istediğim süreçte, Kemal Özer, kendisine götürdüğüm dosyamı değerlendirdikten sonra, kitap yayınlanacağı zaman ona önsöz yazacağını söyledi. Şaşkınlık ve sevinç içindeydim yanından ayrılırken. Ondan herhangi bir şey talep etmeden sunduğu bu olanak benim için çok değerliydi.

Böylece Kemal Özer, Varlık Dergisi’ne şiirlerimi ilk kez götürdüğümde bana aktardığı değerlendirmesini, Cem Yayınları Türk Yazarları dizisinde 1987’de yayınlanan Eylül Deyişleri adlı ilk şiir kitabıma önsöz olarak yazdı; “Gülsüm Akyüz’ün (Cengiz) Şiirini Okurken” başlığını taşıyan önsözde açıkladı görüşlerini. Sonra hep sürdü onunla dostluğumuz ve şiir yoldaşlığımız.

Kendi kitaplarını yayınlarken sık sık Demet Yayıncılık’ta görüştük. Bu görüşmelerden birinde söylediği sözler de benim için unutulmaz ve öğreticidir. Eşiyle birlikte döndükleri Isparta gezisi izlenimlerini aktarırken, “Doğduğun ve seni şair yapan coğrafyayı görmek istedim, ancak Sütçüler çok uzak olduğu için Eğirdir’e kadar gidebildik ve doğal güzelliklerinden çok etkilendik,” dedi.

Bir şiir ustasının, şiire yeni adım atan genç bir şairi önemseyip anlamaya çalışması çok da yaygın bir davranış değil çünkü...

Seninle olan dostluk ve kardeşliğimiz ise, benim için çok değerlidir. 12 Eylül 1980 darbesinin hemen ardından, senin çeviri yaptığın benim editör olarak çalıştığım Grolier’de tanıştık; o günkü, darbe koşullarında devrimci bir genci sahiplenip korumaya çalışan tutumun hiç aklımdan çıkmadı. Sonra hep sürdü dostluk, kardeşlik ve şiir yoldaşlığımız. PEN ve TYS’nin düzenlediği pek çok etkinlikte yer aldık, ortak çalışmalar yaptık.

1990’lı yılların sonunda TRT 2’deki Ateşi Çalanlar programında maden işçilerinin yaşamının konu edildiği şiirlerden oluşan “Yeraltından Sesler Var” ve dokuma işçilerinin yaşamını konu alan şiirlerden oluşturduğum “Dokuruz Ha Dokuruz” başlıklı programları hazırlayıp sunmuştum.

Programın hemen ardından Mehmet Başaran, Şükran Kurdakul ve sen arayıp kutladınız beni ve sen birlikte Emek Şiirleri seçkisi yapmamızı önerdin. Önerinden sevinç ve onur duydum ve hemen çalışmaya başladık. Seninle birlikte emek, emekçi yaşamları ve mücadeleleri üzerine yazılmış şiirleri derleyerek; yaptığın yeni çevirileri ekleyerek oluşturduk “Selam Yaratana” adlı Emek Şiirleri Antolojimizi.

Bu tema üzerine Türkiye’de yapılmış ilk çalışmaydı ve şiir dünyamızdan ve kültür sanat insanlarından olumlu tepkiler almıştı. 2010 İstanbul Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde Heyamola Yayınlarının yayınladığı İstanbul’um dizisinin yayın danışmanlığını sen, editörlüğünü ben üstlenmiştim.

Hangi birinden söz etmeli ortak çalışmalarımızın? Dikili’de Emek Gençlik kampındaki benim yürüttüğüm Edebiyat Atölyesi’ne katıldın, Gezi’de birlikte söyledik sözümüzü.

Yaşamı savunma imecesinde, daha güzel bir dünya için yürüyüşümüzde ve bir ortak yapıtta bizi buluşturan, yalnızca şair yazar kimliklerimiz ya da kişilik yapılarımız değil elbet; ikimizin de daha güzel bir dünya düşü, edebiyata şiire benzer pencerelerden bakmamızdı.

Söylediğin gibi Kemal abiyle de pek çok ortak çalışmamız ve etkinliklerimiz oldu. Şiire adım attığım ilk günden başlayarak, toplumcu gerçekçi şair ve yazarların birbirleriyle dayanışma içinde olduklarını, ama bu dayanışmanın bir kayırma, eksikleri hoş görme anlamına gelmediğini gördüm.

Politik yakınlık ölçütü yerine yazınsal ölçütten şaşmayan Asım Bezirci’nin nesnel eleştirileri; elimde biriken şiirleri yüksünmeden değerlendiren Sennur Sezer’in yaklaşımı; Kemal Özer’in Varlık dergisindeki çalışmaları; Şükran Kurdakul’un genç ozanları eleştiri ve önerileriyle sahiplenmesi; senin, genç kuşaktan bir ozana birlikte seçki hazırlama önerin aklıma gelen ilk örnekler.

Ayrıca, ilk şiir kitabımı yayınlayan Cem Yayınlarının sahibi Ali Uğur’un adını da anmadan geçmek istemem.

‘GÜCÜNÜ DOĞADAN VE BİLİMDEN ALAN UMUT HEP VAR ŞİİRLERİMDE, EN ACILI DÖNEMDE YAZDIKLARIMIN SON DİZELERİNDE BİLE OLSA...’

- Bakıyorum da ilk şiirlerinden beri toplumsalı, ortak acıları, yaşanan olumsuzlukları konu, daha doğrusu dert ediniyorsun. Ama gelecek için umutlusun da ve bir yandan da mücadeleyi elden bırakmıyorsun. Bu bakış, bu görüş durduk yerde oluşmadı herhalde. Kaynağı, nedeni ne?

Yaşamda ve sanatta ilk öğretmenim doğa, ikincisi yaşam, üçüncüsü kitaplardır. Akdeniz coğrafyası, yalnızca doğal güzellikleriyle değil, doğadaki canlıların özellikleriyle de etkiledi beni.

Kayaların arasındaki yarıklarda, toprak damların saçaklarında filizlenip yaşamaya çalışan otlardan, çiçeklerden yaşamın ne denli değerli olduğunu ve canlıların yaşamak için gösterdikleri direnci; karakışın ardından her bahar canlanan doğadan iyimserliği öğrendim.

Çiçeklerden bal toplayan arılardan, boyundan büyük buğdayı taşıyan karıncalardan, çerden çöpten yuva kuran kuşlardan çalışkanlığı; yaşamdaki bütün değerleri kafa ve kol gücüyle üreten emekçilerden üretmenin sevincini ve emeğin değerini öğrendim.

Doğadaki canlıların kendi aralarındaki müthiş uyum ve yaşamın sürekliliğini koruyarak var olmaları; kendimle ve yaşamla barışık olmayı öğretti bana.

Paylaşımcılığı da doğadan ve içinde yetiştiğim kültürel ortamdan öğrendim; aynı pınardan su içen kuşlardan, elindeki son lokmayı konuğuyla paylaşan yörüklerden, din ayrımı gözetmeden acıları ve bayram sevinçlerini paylaşan Kuzguncuk’taki komşularımızdan...

Bir de kitaplar var. Yaşamı tanımama, sorgulamama neden olan ve yaşamımı biçimlendiren kitaplar... Kuzguncuk İlkokulunda sınıf kitaplığından aldığım Adam Oynatan Ayı’yı okuduğumda henüz 8 yaşındaydım ve bu kitaptaki öykü, öteki kavramını sorgulamama neden oldu...

Kitap okumak dilimi, sözcük dağarcığımı ve yazınsal beğeni düzeyimi geliştirdi. 12 yaşında başladım Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Aziz Nesin kitaplarını okumaya. Anlattıklarının yanı sıra, anlatım güçlerine hayran oldum. Liseyi bitirinceye kadar dünya klasiklerinin birçoğunu okudum, onlarla büyüdüm.

Duyumsadıklarımı şiirle ifade etme gereksinimi duyduğum dönemde şiir öğretmenim Nazım Hikmet’ti. Onun şiirleriyle tek tek değil, bir kitap bütünlüğünde tanıştım. Memleketimden İnsan Manzaraları’nı okudum.

Yaşadığımız coğrafyadaki söylenceleri, mitolojik öyküleri anlatan Azra Erhat’a, Balıkçı’ya, Yaşar Kemal’e hayran oldum... Yazınsal yapıtların yanı sıra, okuduğum kuramsal kitaplar, bana yaşama geniş bir pencereden bakmayı öğretti.

Yaşadığım toplumdaki ve dünyadaki çelişkilerin, çatışmaların ayrımına vardım. İnsanın; insanlık tarihi boyunca yaşadığı serüveni, baskı ve sömürüye karşı daha güzel bir yaşam için verdiği mücadeleyi öğrendim.

Bütün bu öğrendiklerim; yaşamdaki bütün değerleri var eden işçilerin, emekçilerin birlikte mücadele ederek, sömürünün olmadığı bir dünya yaratacaklarına dair dünya görüşümü oluşturdu.

Kendi çalışma alanlarımdan bu mücadeleye katılmaya, katkı sunmaya çalıştım; önce eğitim emekçisi, daha sonra düşün sanat emekçisi olarak... Kültür sanat anlayışım bu bilince bağlı olarak gelişti, şiirim buna göre biçimlendi.

O nedenle iyimserliğim; gücünü doğanın sürekli yenilenişinden ve bilimden alan tarihsel- toplumsal bir iyimserliktir. İşte o yüzden umut hep vardır şiirlerimde, en acılı dönemde yazdıklarımın son dizelerinde bile olsa...

Bu durum; içinde yaşadığımız dünyada ve ülkedeki olumsuzlukların ayrımında olan, bütün yaşamını, toplumdaki olumsuzlukları değiştirip dönüştürmek için mücadeleye adayan bir insan, yapıtlarında yaşamdaki olumsuzlukları da konu edinen bir şair için çelişki gibi görünebilir.

Ancak yaşamla ve kendimle barışıklığım ve şiirlerimdeki umut, yaşamdaki olumsuzlukları olduğu gibi kabullenmek yerine değiştirip dönüştürmek için seçtiğim yoldan emin olmamdan kaynaklanıyor.

Öte yandan, umudumu çoğaltan bir olgu da, Başka Bir Gökyüzünün Altında adlı kitabımın kapağının kızım ressam Aslı Akyüz’ün bir baskı çalışmasından olması; onunla bir yapıtta buluşmanın verdiği sevinç...

“‘BAŞKA BİR GÖKYÜZÜNÜN ALTINDA’Kİ ŞİİRLERİM DE TOPLUMCU GERÇEKÇİ ANLAYIŞIMIN ÜRÜNLERİ’

- Şiirine dönelim… Daha önce de bu konuda konuştuk… İlk kitabın “Eylül Deyişleri”ndeki şiirlerinle bizim toplumcu-gerçekçi şairlerimizin oluşturduğu geleneği genç bir şair olarak sürdürmeyi amaçladığın anlaşılıyordu. Nitekim de öyle oldu; bu anlayıştan, bu çizginden hiç sapmadın. Yeni şiir kitabın Başka Bir Gökyüzü’nün altındaki şiirlerinde de bu anlayışı sürdürdüğün görülüyor.

Değerlendirmen için çok teşekkür ederim. Şiire adım attığım ilk günden, Anadolu coğrafyasında pek çok şairin yarattığı büyük şiir geleneğimize eklenen bir halka olmak istedim; zinciri koparmamak ve geleceğe taşımak için...

Bu yüzden toplumcu- gerçekçi akıma bağlandım. Elbette, Başka Bir Gökyüzünün Altında kitabımdaki şiirler de bu anlayışımın ürünleri. Çünkü yaşadığımız coğrafyada ve dünyada sürüp giden savaşlar, mübadele, göçler, depremler, seller, sömürü ve açlık nedeniyle “Yeryüzü kayıyor ayaklarımızın altından” ve “acı çekiyor insanlık...” (Acı Çekiyor İnsanlık)

“Bir Suyun Kıyısında Bebek Uykusu”nda ölüme yatan Alan bebek, Afganlı küçük kızın kesilip geride bırakılan “Kumsaldaki SaçÖrgüsü”; “Kayaköy’de” 100 yıl önceki Mübadele’nin incittiği insanlar; “Başka Bir Gökyüzünün Altında” yaşama tutunmaya çalışan Iraklı, Suriyeli, Kobaneli, Afganlı kadınların ve çocukların gözlerindeki üzünç ve ürküntü; adını gizleyen çocuklar gözlerimin önünden, belleğimden gitmiyor.

‘ŞİİRLERİMİN YAŞANANLARA TANIKLIK EDERKEN İNSANLIĞA DAHA GÜZEL BİR YAŞAM KURMA YOLUNDA GÜÇ VE UMUT VERMESİNİ İSTİYORUM!’

Acı çekiyor insanlık ve bu acıları görmezden gelmem olanaklı değil. Çünkü, şiirimin merkezinde bütünselliği içinde yaşam ve bağlamlılıklarıyla insan var. Çünkü sanatçının toplumuna, çağına karşı görev ve sorumlulukları olduğuna inanıyorum. Şairler toplumların vicdanıdırlar; bütün seslerin sustuğu, susturulduğu bir dönemde şairlerdir şiirleriyle toplumsal çelişkileri, acıları gösteren, yaşanılana tanıklık eden.

Öte yandan, genelde sanatın, özelde şiirin işlevselliğine ve dönüştürücü gücüne inanıyorum. Şiirlerimin insanların yaşadıklarına tanıklık ederken; kendi duygularım aracılığıyla öteki insanların duygularına ses olmasını, insanlara daha güzel bir yaşam kurma yolunda umut ve güç vermesini istiyorum.

Çünkü şairler umut işçileridir; insanların ayrımına varmadıkları ince ayrıntıları, yaşamın çeşitliliği içinde acıların, güçlüklerin yanı sıra yaşamın zenginliklerini, güzelliklerini, umut ve direnci gösteren...

Şairler bilinç işçileridir; içinde yaşadıkları topluma ve dünyaya karşı sorumluluk duyan; insanlara, kendi içlerindeki değiştirme gücünü yapıtlarıyla ve yaşamlarıyla duyumsatan...

O yüzden, Başka Bir Gökyüzünün Altında umut da var. Çocuklar umut imgesidir pek çok şairin şiirinde, benim için de böyle. Çünkü; “C¸ocuk, dogˆanın en bu¨yu¨k mucizesi;/ insan soyunun varsıllıgˆı; / ne dili dini ne de derisinin rengi/ ayırır onu o¨tekinden... / Pandora’nın kutusundaki /umudun adıdır c¸ocuk, /insanlıgˆa bahs¸edilen...” (Çocuğa Övgü)

‘İMGELERİM GENELLİKLE DOĞA KAYNAKLIDIR!’

- Şiirindeki yalın dil, anlatımcı biçem üzerine konuşalım biraz da. Bu nasıl şiir diline evriliyor?

Doğadan ve doğduğum coğrafyanın kültüründen öğrenip özümsediklerimden kaynaklanıyor sanırım. Yukarıda açıklamıştım Akdeniz coğrafyasının beni ne denli etkilediğini... Bir de kişisel yapımdan; merak etme, hayran olma özelliğimden.. Sanatın özünde hayran olmak vardır çünkü.

Çocukluğumdan beri hayran oldum “güzelim” demeden güzel kır çiçeklerine, “dirençliyim” demeden dirençli taş yarığında biten ota, “çalışkanım” demeden çalışkan arılara, “güçlüyüm” demeden güçlü karıncalara; suların sonsuzluğa akışına, güneşin doğuşuna ve göstermek istedim insanlara...

O yüzden imgelerim genellikle doğa kaynaklıdır. Toplumsal, siyasal konularda şiir yazarken bile doğadan gelen bu imgeleri kullandım. Doğal olaylarla toplumsal olaylar birbirine koşut biçimde yer aldı şiirimde.

Masallar, türküler, söylenceler, Anadolu kadınının doğadan öğrenen bilgeliği; “Kara gün kararıp gitmez”. Eurogold’un siyanürlü altın çıkarmasına karşı mücadele eden Bergamalı köylü Sabahat Gökçeoğlu’nun sözleri: “Yılanın ağzındaki kuş gibi çığırıyoruz.”

SAHİCİLİK VE İÇTENLİK

Sarıkeçili yörüklerinin başkanı Pervin Savran’ın çağrısı: “Akşam olup havanın kararmasını dünyanın sonu olarak düşünmemeliyiz. /.../ Toroslara varırsanız burada bir çadırınız değil, bir yurdunuz var. Bu yurdun da kapısı yok ve tüm insanlığa açık.” Bunlar nasıl güzel imgelerdir...

Sahicilik ve içtenlik de benim için önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse; “Kamber Ateş Nasılsın” şiirimi, 12 Eylül döneminde yaşanmış bir olaydan esinlendim. 7 yıl görmediği oğluyla cezaevindeki görüşe gittiğinde kendi diliyle konuşması yasak olan Kürt annenin, kendisine öğretilen bir cümleyle konuşmak zorunda kalması; bir insan, kadın ve anne olarak beni incitti. Onun yaşadıklarını yürekten duyumsadım ve insanlarla paylaşmak için onun dilinden ifade ettim. O şiir 10’u aşkın dile çevrildi ve yayınlandı...

Evet, şiirlerimin insanların yüreğine doğrudan bir yol bulmaları için diyeceğimi açık seçik söylerim. Ama bu söyleyişin, imgeden ve söz sanatlarının gerektirdiği öteki ögelerden yoksun olmaması için çok çalışırım. Çünkü insanlara ne söylediğiniz kadar nasıl söylediğiniz de önemlidir; biçim ve içerik arasındaki diyalektik bütünlük bunu gerektirir.

İki yılda ya da daha uzun sürede tamamlanan şiirlerim vardır. İlk esinlenme anında yazdıklarımı şiir olarak görmem. Şiir taslaklarıdır onlar benim için. Bekletir, dinlendiririm; üstünde tekrar tekrar çalışırım.

Sanırım o yüzden kullandım Yasak Sevda Sözcükleri kitabımda yer alan Rüzgara Mektuplar Bırakıyorum şiirimdeki damıtma sözcüğünü; “İğneyle kuyu kazıp / sözcüklerin büyüsünü arıyorum; / yağmurun her damlasında / her çiçeğin renginde, / her çocuğun, her kadının yüzünde... / Her acıda kanayıp / sarılarak her umuda / yaşamdan şiirler damıtıyorum;”

‘BİN YILLARDIR SUSTURULMUŞ KADINLARIN ŞİİRDE KENDİNE YER AÇMASI HİÇ KOLAY DEĞİLDİ!’

- Toplumcu gerçekçi geleneğin oluşmasında kadın şairlerimizin de önemli bir payı var. Cinsiyet ayrımcılığı değil de gerçekler, olgular göz önüne alındığında, bu konuda ne düşünüyorsun, bu payı nasıl değerlendiriyorsun? Kadınlar İçin Söylenmiştir adlı oylumlu bir de seçkin var üstelik.

Sorduğun için teşekkür ederim. Bin yıllardır susturulmuş kadınların şiirde, edebiyat dünyasında kendine bir yer açması hiç kolay değildi. Osmanlı döneminde yalnızca birkaç kadının adının öne çıkması bile çok önemli bir olgu.

Buna karşın, yüzlerce yıl önce yaşamış ve yazmış olan Mihri Hatun’un dizeleri, bugün de örnek alacağımız bir yürekliliğe sahip. Cumhuriyetin ilk yıllarına ve onu izleyen dönemlere bakacak olursak; şiirinden tanıdığım Yaşar Nezihe, Şükufe Nihal, Gülten Akın; tanışıp dost olduğumuz Sennur Sezer, Muazzez Menemencioğlu, Melisa Gürpınar, Türkan İldeniz bizden önce şiirin çileli yollarına düşmüş, bu alanda önümüzü açan çalışmalar yapmış ustalarımızdır… Onları kendime hep yakın buldum.

Benim şiire çıktığım 1980’li yıllarda, baskı dönemi olmasına karşın, kadınların sesi, artık daha güçlü biçimde çıkmaya başlamış; duygu ve düşüncelerini şiirle ifade eden şair kadınların sayısı artmıştı.

Daha önce şiire başlayan ve susturulmuş kadın çoğunluğa ses olan şair kadınların yanı sıra 1980 sonrasında giderek artan sayıda sanata ilgi duyan, kendilerini şiirle ifade eden şair kadınlar yetişti.

Bu şairler, kadın yaşamlarına yakın tanıklıklarını ozan duyarlığıyla birleştirerek, 1980’li yıllar ve sonrasında yaşanan toplumsal olayların yanı sıra, kadının bin yıllardır süren ezilmişliğini sorgulayan, bu ezilmişliğe karşı çıkan şiirler de yazdılar. Ben de onlardan biriyim.

‘KADIN KİMLİĞİM, YAŞAMDAKİ SUSTURULMUŞ ÇOĞUNLUĞA SES OLMA KONUSUNDA

OLANAKLAR VERDİ BANA’

Kadın kimliğim, yaşamdaki suskun, susturulmuş büyük çoğunluğu anlama ve açıklama konusunda olanaklar verdi bana. Öte yandan annelik de, yaşama dair birçok şeyi bu olağanüstü deneyimden öğrenmemi sağladı.

Kadın olmak, kadınlık halleri şiirime de yansıdı kuşkusuz. Sözünü ettiğin Kadınlar İçin Söylenmiştir adlı araştırma ve seçkiyi yazmaya da bu dönemde başladım.

Kitabın girişinde şöyle belirlemişim amacımı; “Tarih boyunca, yaşadığımız coğrafyadaki kadınların durumunu, ekonomik-toplumsal koşulların kadınlara etkisini, kadın sorunlarını, gereksinimlerini, sevinçlerini, acılarını, inançlarını, umutlarını, mücadelesini konu edinen şiirlerden küçük bir demet sunmak… Kadınların yaşam koşullarını ortaya koyarken; değişme istek ve çabalarına, bu uğurda verilen mücadeleye, direnç ve umuda da tanıklık etmek.”

Sonunda, 20 yılda tamamladığım, kadınların Anadolu’daki 6000 yıllık şiirli tarihi diyebileceğimiz oylumlu kitabım çıktı ortaya ve gerçekten büyük bir ilgiyle karşılandı.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler