Hans Fallada’nın oğullarıyla bir sohbet!

1940’ta Berlin’in kuzey mahallelerinden birinde kendi halinde yaşayan, yıllar boyu Hitler’e inanmış yaşlı bir karıkocanın yaşamı günün birinde tek oğullarının şehit düşmesiyle değişiverir. Aniden gözleri açılır, insanlara yapılan haksızlıkların, baskıların farkına varırlar. Onlar artık çevrelerindeki suskunlaştırılmış birçok insan gibi yaşamak niyetinde değildir. Küçük insanların uyandırılması gerekir.

Hans Fallada’nın oğullarıyla bir sohbet!
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 17.08.2023 - 00:01

Pencereleri Berlin’in ünlü bulvarı Kurfürstendamm’a bakan salonda oturmuş sohbet ediyoruz. Koltuklarına kurulmuş iki yaşlı bey sürekli konuşuyor. Ulrich ve Achim. Heyecanlılar. Fincanlarındaki çay çoktan soğumuş. Aşağıda Kurfürstendamm’da her zamanki gibi yoğun bir trafik. Kaldırımlar da rahat rahat dolaşan, pahalı vitrinlere bakan insanlarla dolu.

“Ben babamı on yaşından sonra yakından tanıdım” diyor Uli. Seksenini geçmiş. “Çünkü o benim mektup arkadaşımdı. Carwitz ve Berlin’deki ilkokul yıllarımın ardından Templin’deki Joachimsthal Lisesi’nin yatılı bölümüne yollanmıştım. 1940-1946 arasında birbirimize yazdığımız mektuplar benimle çok uzaklardaki evim arasında tek bağlantıydı.”

Babasının mektupları, çevresini yeni yeni kavramaya başlayan erinlik yaşındaki bir oğlan çocuğuna hasretini çektiği köyünden her hafta yeni haberler getiriyor, yatılı okul yaşamının biteviyeliğini az da olsa unutturuyordu. Uli o mektupları babasının ölümünden sonra bir daha hiç görmez. “Ta ki 1944’te boşanmış olduğu annemin 1990’da vefatının ardından küçük kardeşim Achim’le bana bir dosya verilene kadar.” Dosya, baba ile oğlunun birbirlerine altı yıl boyunca yazmış olduğu mektuplarla doluydu: “Tam 461 sayfa. Annem hepsini saklamıştı.”

“ÇALIŞMAKTAN HİÇ VAZGEÇMEZDİ”

Aile, 1932’de Berlin’den büyükçe bir köy sayılan Carwitz’e taşıdığında Uli iki yaşında. Hans Fallada Küçük Adam Ne Oldu Sana? romanıyla ününe o yıl erişmiş, aile rahata kavuşmuş:

“Göl kıyısındaki Carwitz’de ben çok güzel bir çocukluk geçirmiştim. O yılların köy yaşamı biz çocuklar için bir cennetti. Bütün günleri yazmakla geçen babam, öğleden sonralarını hep benimle ve küçük kız kardeşim Lore’ye ayırdığını çok iyi anımsıyorum. Babam çoğu zaman sabaha karşı uyanır, daha güneş doğmadan masasına oturur ve öğleye kadar aralıksız çalışırdı.”

Hans Fallada savaş başladığında küçük oğluna arada sırada politika ve savaş üzerine bir şeyler anlatırdı. Uli hafta sonlarında okuldan izinli geldiğinde babasını çoğu zaman radyonun başında oturmuş, kanalları karıştırırken görürdü. Aile, devlet radyosunun yanı sıra ‘düşman’ radyolarını da dinlerdi.

Balkona yakın koltukta oturan küçük kardeşi Achim ilk kez söze karışıyor: “Annemizden boşanan babam 1944’te Carwitz’deki köy evimizi terk edip, tekrar Berlin’e yerleşmişti.”

Aniden susuyor. Uzanıyor, dalgın dalgın onu dinleyen ağabeyinin fincanına çay koyuyor. Sonra konuşmasını sürdürüyor:

“Sürekli çalışması, romanlarına yeni romanlar katması, çoğu zaman yatakla yazı masası arasında geçirdiği günlük yaşamı çocukluğumuzun cana yakın babasını artık çok değiştirmişti. Gittikçe zorlaşan savaş yıllarında geçimi de kolay değildi, geliri azalmıştı.”

Sağlığı gittikçe bozulmaya başlayan Fallada, kısa süreli de olsa sık sık hastaneye yatmak zorunda kalır. Gençliğinde bir süre olduğu gibi yine morfiyum kullanmaya başlayınca ampülleri temin etmek görevi genç ikinci karısına düşer. Çökmüş olan Hitler ordusunun depolarından karaborsaya sürülen morfiyumları bulmak pek zor olmaz.

“Babam her şeye karşın çalışmaktan vazgeçmeyi düşünmüyordu.” Bu kez konuşan yine büyük oğul Uli idi. “Kendini biraz iyi hissettiğinde hemen masasının başına oturuyor, yazıyor ve yazıyordu. Yazarken iyi kazandığı gibi, acılarını, dertlerini de unutuyordu. İşte o dönemde, ölümünden kısa süre önce yazdığı Herkes Tek Başına Ölür romanını çılgınlar gibi çalışarak bir ay gibi çok kısa bir sürede bitirmişti. Kitap dört ay sonra piyasaya çıktığında babam artık yaşamıyordu.”

GERÇEKLERDEN YOLA ÇIKARDI

“Küçük insanların avukatı” sayılan Hans Fallada bu romanı yazarken gerçeklerden yola çıkar. Romanının kahramanları, Hitler’e ve Nazi terörüne karşı küçük bir savaş veren işçi sınıfından bir karıkoca. Fallada’nın anlattıkları İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış olaylar.

Eline geçen bir Gestapo dosyası bu romanın kaynağını oluşturur. Yıl 1940. Berlin’in kuzey mahallelerinden birinde kendi halinde yaşayan, o güne kadar Hitler’e inanmış yaşlı bir karıkocanın yaşamı günün birinde tek oğullarının şehit düşmesiyle değişiverir.

Aniden gözleri açılır, insanlara yapılan haksızlıkların, baskıların farkına varırlar. Çevrelerindeki suskunlaştırılmış birçok insan gibi boyun eğip, yaşamak niyetinde değillerdir. Küçük insanların uyandırılması gerekiyordur. Bir savaş başlatılmalıdır. Bu savaşta yaşlı karıkocanın silahı, üzerine rejim aleyhinde metinler yazdıkları kartpostallardır. Amaçları boynu bükükleri uyandırmak, suskunları Nazilere karşı harekete geçirmektir.

Kartpostalları iki yıl boyunca Berlin’in, daha çok küçük insanların yaşadığı mahallelerde gizlice dağıtırlar. Fakat tek başlarına yaptıkları savaş başarıya ulaşmaz. Bir ihbar üzerine yakalanırlar. Kısa bir davanın ardından idama mahkûm olurlar.

Yıllar boyu basılan, fakat satışı birkaç yıl öncesine kadar ağır giden bu roman 1940’lı yıllarda Berlin’in sokak ve caddelerinde, Nazi ev ve villalarında, fakir insanların arka avlu odalarında geçiyor. Her yerde insanlar birbirini gözetliyor, her yerde ihanet, korku, ürkeklik ve çok az da umut var. Herkes Tek Başına Ölür son iki yılda büyük bir patlama yaptı. Özellikle İngiltere, Amerika, İsrail ve Fransa’da yarım milyondan fazla sattı.

“Babamız çok duygusaldı, çevresindeki insanlara bakışı değişikti, onları çok iyi anlardı. İnce düşünceli olması birçok konunun üzerine duygusal gitmesinin, içinde yaşadığı dünyayı o günün insanlarından daha başka kavramasının nedenidir.”

Büyük oğul iyice dalgınlaşıyor. Sohbetin onu yorduğu belli. Sözü kardeşi Achim alıyor: “O gerçekçiliği de hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Özellikle savaşın son yıllarının çilelerine ve savaş sonrasının zor yaşam ortamına, iyice bozulan sağlığına karşın direnç göstermiş olması, başarılı eserler yaratmayı sürdürmesi babamıza olan hayranlığımızın nedenlerinden biridir.”

HEYECANLI VE SİNİRLİYDİ

Oğulları Uli ile Achim’in anlattığına göre Hans Fallada’nın çok iddialı bir kişiliği vardı. Heyecanlı ve sinirliydi de. 1946’da “Herkes Tek Başına Ölür”ü yazarken kafasında bu romandan başka bir şey yoktu. Hastalığına karşın çok az uyuyor, neredeyse gece-gündüz yazıyordu. Montblanc kalemiyle yazdıklarını sekreter kız ertesi gün hemen daktiloya çekiyordu.

Bir ay sonra bitirdiğinde tam 877 sayfa ortaya çıkmıştı. Fallada müsveddeleri teslim etmesinin ardından yayıncıya 30 Ekim 1946’da şunları yazar: “Belki şu anda çok bitkinim, fakat böyle bir eser ortaya çıktığı için de çok mutluyum. Bu yine gerçek bir Fallada romanı oldu.”

Yazarın, küçük insanları anıtlaştırdığı bu en son eserini okuyanlar yepyeni bir Nazi Almanyası ile tanışıyor. O günlerin herkesin herkesten çekindiği kasvetli ortamında ürkek çoğunluk gittikçe suskunlaşırken acımasız rejime karşı çıkan bireylerin de olduğu, küçük insanların, tek başlarına kalsalar da Hitler’e direnç gösterdiğini Fallada alışılmış ustalığı ile yine okura sunuyor.

1940’lı yılların Nazi Berlin’i bütün canlılığı ile karşınızda. Küçük suç işleyen zavallılar, jurnalcılar, para uğruna her şeyi yapan küçük adamlar, hergeleler, ucuz sokak kadınları, üniforma meraklısı gençler, acımasız Gestapo şefleri, ortama uymuş, hırslı polis komiserleri, iyi yürekli zengin dullar, her şeyini yitirmiş Yahudiler, elinden hiçbir şey gelmeyen zavallılar, işkenceler, intiharlar, parçalanmış, güvenini yitirmiş bir toplum ve hepsinin ortasında özgürlük uğruna ölümü bile göze almış, toplumu boğanlara, gittikçe artan ’devlet terörü’ne direnç gösteren yürekli birkaç insan...

ARKA AVLUDAN KURTULMAK ISTEĞI

“Çok sorunlu geçen bir gençliğin ardından eriştiği başarı nedeniyle babam kendisine saygı duyulması gereken bir kişidir..”

Yaşlı adam uzun suskunluğunun ardından yine konuşuyor. Sesi şimdi biraz usul çıkıyor. Gözüm duvardaki bir genç adam portresinde onu dinliyorum. Bir arka avlu evinin penceresinde oturan genç hüzünle bize bakıyor. “Kimin?” diye soruyorum. Yaşlı oğul Uli ressamı anımsamıyor. “Babamın ölümünün ardından çok zor, hüzünlü geçen bir gençliğim olmuştu. Arka avludan kurtulmak için çok çaba göstermiştim...”


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler