Lütfiye Aydın: ‘Bu kitap benim kurtuluş kitabımdır!’

Usta yapıtlarıyla Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden Lütfiye Aydın ile ikinci baskısı Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan, tanık olduğu Sivas Kıyımı sonrası kaleme aldığı öykülerinden oluşan, yaşamanın ve savaşıma devam etmenin, bir aydının en büyük sorumluluğu olduğunu duyumsatan, “Benim kurtuluş kitabımdır. Hayata dönüş öykülerdir. Bende ustalaştığım duygusunu uyandıran öykülerdir. O aradığım sesi bana bulduğumu hissettirir. Her yazar aslında bir sesin peşindedir.” dediği öykü kitabı Tsunami başta olmak üzere yazınını ve dilini konuştuk.

Yayınlanma: 15.12.2022 - 00:02
Abone Ol google-news

“Çok şükür yaşıyoruz diyemiyorum ne yazık ki. Yine de ‘iyi ki yaşıyoruz’ yaşamanın bir suç olduğu zamanda diyorum. Çok ağır bir yükü de taşıdığımı düşünemiyorum; yalnızca duyumsuyorum bunu. Yaşıyorsak bir anlamı olmalı yaşamanın, bir işlevi. Tsunami sürüyor…” Lütfiye Aydın

Öykü kitapları Cemre (1990), Sengin Semai (1992), Ölüm Erken Bir Akşamdır (1994), 1998’de Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği Cumhuriyetin 75. Yıldönümü olan 1998 yılında Kültür Bakanlığı Öykü Büyük Ödülüne değer bulunan, öykü kitapları arasında şiirselliğe en çok yer verdiği, 2005 Rıfat Ilgaz Ödülü’nü kazanan Gri Gül...

Anlatı kitabı Kül Tablet (1997), kent kitabı Anka Kentim Antep’im (2008)... Romanları Aşkın Ne Derin (2008) ve Deha’nın Sesi (2016)...

Usta yapıtlarıyla Türk öykücülüğünün en önemli isimlerinden Lütfiye Aydın ile ikinci baskısı Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan, tanık olduğu Sivas Kıyımı sonrası kaleme aldığı öykülerinden oluşan, yaşamanın ve savaşıma devam etmenin, bir aydının en büyük sorumluluğu olduğunu duyumsatan, “Benim kurtuluş kitabımdır. Hayata dönüş öykülerdir. Bende ustalaştığım duygusunu uyandıran öykülerdir. O aradığım sesi bana bulduğumu hissettirir. Her yazar aslında bir sesin peşindedir.” dediği öykü kitabı Tsunami başta olmak üzere yazınını ve dilini konuştuk.

“‘TSUNAMİ’ ÖYKÜM BEHÇET AYSAN’A YAZILMIŞ BİR GÜZELLEMEDİR’

- Tsunami adlı öykü kitabınızın ikinci baskısı Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlandı. Öykü kitaplarınız arasında şiirselliğe en çok yer verdiğiniz bu kitabın en önemli bir özelliği de ilk ve uzun öykü olan “Tsunami”nin Sıvas katliamını anlatması…

Orada bulunup da sağ kalan az kişiden birisiniz. Ağır yanıklarla yoğun bakımda, yanık ünitesinde uzun süre yatarak, hafızanızı o kıyım otelinde bırakarak taburcu olduğunuzda hâlâ ne olup bittiğini bilmiyordunuz.

İyileştiniz diye eve gönderildiniz; ama ruhsal ve bedensel yaralarla doluydunuz henüz. Sizi onur konuğu olarak etkinliklere çağırıyor, konuşmaya zorluyorlardı. Sizse ne söyleyebilirdiniz ki? “Tsunami” öyküsünde bunu da anlatmışsınız.

“Çok şükür yaşıyoruz diyemiyorum ne yazık ki. Yine de iyi ki yaşıyoruz; yaşamanın suç olduğu zamanlarda” diyorsunuz. Ne acı…

Bu öyküde aslında saklı bir kahraman da var. Öykü boyunca beklediğiniz, “Neden gelmedi? diye sorup sorup yanıtını alamadığınız biri var. Bilmeyenler için söyler misiniz?

Evet bu öykü değerli şair ve sevgili dostum Behçet Aysan’a yazılmış bir güzellemedir. Bu kitap benim kurtuluş kitabımdır. Okuma yazmayı unuttuktan ve yeniden öğrenmeye başladıktan sonra yazdığım hayata dönüş öykülerdir.

Belki eski öykülerden de biri karışmış olabilir; ama hepsinde bana ait müziğin olduğunu düşünüyorum. Aynı şiirde olduğu gibi öyküde müzikaliteyi de çok önemserim. Yazar gerektiğinde sıradan bir gazete haberinden müzikli bir yapıt üretmek zorundadır. Bir gazete haberini büyülü bir öyküye dönüştürmelidir.

Marquez’in Marquez olmasının nedenini onun gazeteci olmasına bağlıyorum. Zaten Marquez’in kendisi de söylüyor bunu.

“Tsunami” kitabındaki öyküler bende ustalaştığım duygusunu uyandıran öykülerdir. O aradığım sesi bana bulduğumu hissettirir. Her yazar aslında bir sesin peşindedir.”

- Kitabınızdaki diğer öykülerde şiirselliği de duyumsuyoruz. Özellikle “Güz Güneşi” öyküsünde betimlemeler çok güzel. O öyküde beğendiğim bir başka şey de kahramanın konuşmadan iç sesi ile anlattıkları… Duygularının sevinçten düş kırıklığına evrilmesi… Karşısındakini gözlemleyerek onun da hikâyesini anlatması…

Suskunlukların ne çok şey anlattığına bir örnek aslında. Suskunlukla anlatılan bir başka öykü de “Kanama” öyküsü… Derinliği olan bir öykü. Diğer öyküler de yine size özel kadın öyküleri… Kitabın basımı nasıl oldu?

Bu kitabın öyküsü ilginçtir. Kitabı yazdıktan sonra yayımlanması için bir arkadaşıma verdim, reddetti. Ondan sonra öyle kötü etkilendim ki “Artık yazarlığı bırakacağım” diyerek dosyayı bir yere attım. Daha sonra da unuttum. Benim bir şeyleri unutmak, hatta kendimi unutturmak gibi bir özelliğim vardır.

Daha sonra ya kızım ya da arkadaşlarımdan birisi bunu benden gizli bir yarışmaya göndermiş. O dönemde TRT de çalışıyorum. Montajdan çıkmışım, koridorda arkamdan birisi: “Hocam Kutluyorum” diye seslendi. Şaşırdım. “Neyi kutluyorsun” diye sordum. “Sizin kitabınız büyük ödül almış” dedi. “Hangi kitabım?”

O kadar yabancıyım ki konuya… Meğer Kültür Bakanlığının “Cumhuriyetin 75. Yılı Eser Yarışmasında Öykü Büyük Ödülü’nü kazanmışım.

- Ne büyük mutluluk. Belli ki yaşamınız boyunca edebiyat ve kitaplar çok önemliydi sizin için. Öykü hayatınıza nasıl girdi? Okuma tutkunuzun yazmada katkısı oldu mu? Öykülerinizi kitaplaştırmadan önce hangi aşamalardan geçtiniz?

Evimizde ders kitapları dışında hiç kitap yoktu; ama ben nerede kitap bulursam büyük bir aşkla okuyordum. Yazarlığımla okurluğum hep at başı gitti. Kuşkusuz bu okumalar beni yazmaya hazırladı. Her Türk gibi önce şiirle başladım; ama çabuk bıraktım. Onca şair varken… İçimdeki şiiri öykülerime yedirdiğimi söylerler…

- Şiirlerinizi okuma şansına sahip olmuştum. Gerçekten çok güzel şiirlerdi. Bence bırakmasaydınız keşke. Aslında öykülere çok güzel aktarıyorsunuz yüreğinizdeki dizeleri… Betimlemeleriniz muhteşem. Öykülerinizde titiz bir çalışma görülüyor. Öyküye ne zaman başladınız?

Aslında ilk öykümü ortaokul ikinci sınıfta yazdım.1970 yılında ise ilk kez bir dergide öyküm yayımlandı.

- Önce edebiyat öğretmeniydiniz, sonra TRT de belgeseller, radyofonik oyunlar, “Arkası Yarın” lar yazdınız. Profesyonel olarak yazar olmaya nasıl karar verdiniz?

Bu konuda çok hoş bir öyküm var : Evde ağabeylerimin ders kitaplarındaki öyküleri okurdum. Ayrıca komşu kızlarla roman alışverişi yapardık. Kerime Nadirler, Mebrure Sani Alevok gibi… Bir gün baktım canım dondurma ister gibi roman yazmak istiyor.

Paramı biriktirdim, en pahalısından bir defter ve dolmakalem aldım. Yazmaya oturdum. Birkaç satırı güçlükle yazdım; ama gerisi gelmiyor. Düşündüm düşündüm yok… Sonunda roman yazmaktan vazgeçtim. Önce iyi bir okur olmaya çalıştım.

O yıllarda taşra kentlerinde bile belirgin bir kültür ortamı solunurdu. Ben de iyi okur olarak iyi yazar olma yoluna girdim. Bu konuda beni yönlendiren değerli eleştirmen Mehmet Yaşar Bilen oldu.

“Yahu bu kadar çok okuyorsun neden bir şey yazmayı düşünmüyorsun” dedi. “Hocam ben Yunus’un torunuyum; Yunus ‘Hamdım, piştim, yandım’ demiş ben de şimdi hamım, pişer ve yanarsam o zaman yazarım” dedim. Aslında ben yanmayı mecazi anlamda söylüyordum ama gerçek oldu.

- Yaşanılan o büyük acıları bile ironi ile karşılamak kolay değil. Siz bunu başarıyorsunuz. Profesyonel anlamda ilk hangi yıl bir edebiyat dergisinde öykünüz yayımlandı?

İlk kez ilk profesyonel anlamda öyküm 1979 da İzmir’de Hüseyin Yurttaş’ın çıkardığı “Dönemeç” dergisinde yayımlandı. İki öykümü göndermiştim. Öyküyü zaten seviyordum; ama kendimdeki öykü kumaşını o zaman fark ettim. Anlatmayı seviyordum.

‘GAZİANTEP BİR DİL CENNETİDİR’

- Zaten Anadolu’da bir “hikâye anlatıcılığı geleneği” vardır. Bunu genellikle kadınlar sürdürür. Daha az erkekler de anlatsalar da bu kadınların sahiplendiği bir gelenektir. Sıklıkla yaşlı bir kadındır anlatıcı, akşamları komşu kadınları, çocukları etrafına toplar ve çok güzel hikayeler anlatır.

Zaten öykülerinizde kadın sorunlarına eğilirken bu kadınların çokluk sizin yaşadığınız bölgelerin kadınları olduğu da görülüyor. Siz de; diğer kadın öykücülerimiz ve romancılarımız da bu kadim geleneği sürdürmektesiniz. Sizde de içselde böyle bir şey var mıydı?

Benim söylemek istediğim de buydu. Çocukluğumun geçtiği kent Gaziantep bir dil cennetidir. Hikayenin, romanın, bütün edebiyatın temeli dildir. Bu dil zenginliği ile sadece hikayeler değil, masallar ve türkülü halk hikayeleri -Haketler- anlatılırdı. Üstelik bunlar “Arkası Yarın” mantığıyla en heyecanlı yerinde kesilir ve ertesi güne bırakılırdı. Tandır başı muhabbetleri de çok güzeldi.

- Ne mutlu size. Çocukluğunuzun zenginliği bunlar. Kuşkusuz sizin öykücülüğünüzü ve hatta romancılığınızı beslemiştir.

Kuşkusuz bunlar yazmamda itici güç olmuş olabilir. Hatta bunların kaybolup gitmesini istemediğimden kayda almayı düşündüm. Bu konuda kitaplar var ama kayda geçmeyen pek çok şey var. Ömrüm yeterse bunları da toplamak istiyorum.

- Umarım bir an önce toplarsınız. Öykülerinize gelirsek: ben sizi seksenli yıllardan beri tanıyorum. 1979 da ilk profesyonel öykünüz yayımlanmış; ama orada bırakmamış ve devam etmişsiniz. Bence bir yazarın başarılı olmasında ilk koşul yetenekten de önce bıkmadan, vazgeçmeden, her koşulda inatla ve kararlılıkla yazmayı sürdürmek… Yetenek geliştirilir; ama sebat ve çalışkanlık yoksa çok büyük yeteneklerin bile kaybolduğunu gördüm ben. Oysa siz öğretmendiniz, eş ve anneydiniz. Çalışan, hiçbir destek olmadan çocuğunu büyüten bir anne… Elbette çok zor koşulları aşıp yazdınız.

Çocuk büyütmek ve yazmak birbirinden zaman çalan eylemler. Elbette ikisi de çok zor oldu. Kızıma ne kadar iyi bir anne olduğumu bilemeyeceğim; ama yazmadan yapamazdım.

‘MUTLU İNSANIN ÖYKÜSÜ YOKTUR’

- Yayımlanmış öykü kitaplarınız, romanlarınız var. İlk kez bir kitap yapmaya nasıl karar verdiniz? Şiirden öyküye geçtiniz. Neden öykü?

Mutlu insanın öyküsü yoktur. Bir insan bir şey yazmak istiyorsa bir eksikliği vardır. Bununla ilgili söyleyecek sözü vardır. Zaten sanatın da genel olarak misyonu budur. Yeryüzündeki yamuklukları, çarpıklıkları düzeltmek, eksik olanları tamamlamak, fazlalıkları yontmak… Öykü benim içimde yaşıyormuş.

Çok dolaştım. “Gezgin Kadınlığım” derim ben… Çok insan tanıdım. İnsanları dinlemeyi severim. Merak ederim. Her insanın yüz bin öykü taşıdığına inanırım. Bazen konuşturmak için kart atarım, anlatır. Çok öykü biriktirdiğimi fark ettim; sonra bunların yazılması gerektiğini düşündüm ve yazdım. İyi de ettim.

Ancak bunları bana anlattıkları şekilde değil de kendimce kotararak, kurgulayarak yazdım. Aynı fotoğraf gerçekliği ile resim arasındaki fark gibi… O ham malzemeyi bana özgü dille işledim. Şiir sevgim ve bilgim de yazımı etkiledi. Bunda iyi okur olmamın rolü büyük.

İyi ki de yazmışım. Hep bir soyut kâsenin varlığını düşledim. “Son damla ile dolduğunda benim de yazarlığım başlayacak” diye düşündüm. Öyle de oldu. İlk öykü kitabım 1985 de çıkan “İkili Yalnızlık”tır. 36 yaşında çıkan bir kitap…

- Birbiri ardına ürünler geldi. Eserlerinize baktığımda öykü kitapları şöyle: 1990 da “Cemre”, 1992 de “Sengin Semai”. 1994 de “Ölüm Erken Bir Akşamdır”,1998 de Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği “Cumhuriyet’in 75. Yıl Eser Yarışması”nda Öykü Büyük Ödülüne değer bulunan “Tsunami”, 2005 Rıfat Ilgaz Ödülü’nü kazanan “Gri Gül” öykü kitabı. Bunun dışında 1997 de “Kül Tablet” adlı anlatı kitabı, 2008 de “Anka Kentim Antep’im” adlı bir kent kitabı var. Yine 2008 de “Aşkın Ne Derin” ve 2016 “Deha’nın sesi” adlı romanlar…

Roman konusuna geçmeden önce şuna değinmek istiyorum. Yazar olmak isteyen gençler genellikle öyküyle işe başlıyorlar. Sanıyorum öykünün daha kolay olduğunu düşünüyorlar. Oysa öykü en az şiir kadar yazılması zor bir tür. Kuralları var. Ayrıca öykü okuru da roman okurundan farklıdır. Öykü okuru olmak birikim ister.

Bu sadece edebi birikim değil, genel kültürü, diğer sanat dallarını da içerir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Çok doğru. Öykü kurmak zordur.

‘ÖYKÜ İLK BÜYÜK AŞKIMDIR’

- Benim dikkatimi çeken bir yazar ne kadar öykü yazsa da öykü ödülleri alsa da romana başladıktan sonra romancı olarak tanınıyor ve öykücülüğü unutuluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu kadar çok öykü yazdıktan sonra sizde romana geçiş nasıl oldu?

Öykü ile roman arasında bir de benim radyofonik oyunlar yazdığım dönem var. Radyo tiyatroları Novella’ya karşı gelir. Arkası yarınlar romandır. Söze dökülmüş, diyaloglara dökülmüş romandır. Romanda çevre vardır, mekan vardır, duygular vardır. Böylece romana geçmek için uygun zemini buldum.

Radyoya yazdığım “Arkası Yarınlar” dan ikisi daha sonra roman oldu. Öyle bir noktaya geldim ki artık roman yazmak kaçınılmaz oldu. Tıpkı öykü yazmak gibi… Yoksa “Ben oturayım da roman yazayım” demekle olmuyor. Şiir de öyle… Kendiliğinden geliyor, birikim istiyor.

Belki çocukluğumdan kalan roman yazma isteği, belki “Arkası Yarın”ların ilham vermesi… Öte yandan roman yazmayı da sevdim ; ama öykü yazmayı da bırakmadım. Öykü benim ilk büyük aşkımdır.

- Sizin özelliğiniz dilinizin çok yalın, temiz ve güzel olması yanı sıra zenginliği… Öte yandan öykülerde çocukluğunuzun geçtiği Gaziantep’in de dili etkili… Zaten öykülerinizde kadın sorunlarına eğilirken bu kadınların çokluk sizin yaşadığınız bölgelerin kadınları olduğu da görülüyor. Kuşkusuz büyüdüğünüz bölgenin kültürel ve dil zenginliği sizi beslemiş. Bu konularda ne söyleyeceksiniz?

Aldığım eğitim dil üzerine…Türkçe bölümünü bitirdim. Yani Türkçenin inceliklerini ister istemez öğreniyorsun. Bu birinci şansımdı, ikincisi ise yaşadığım yöre dil cennetidir. Bu yörede tiyatrocu, ressam gibi sanatçılar azdır; ama akıl almaz derecede dilci yetişmiştir. Bu dil beni hep büyülemiştir.

Eğretilmeleri, mecazları olan çok hoş bir dildir ve benim kimliğimi oluşturmuştur. Bu dili ben yaşlı kadınları dinleyerek edindim. Dili iyi kullanmamın nedeni bir geleneği sahiplenmemdendir. Öte yandan en iyi yazarlar dil öğretmenlerinden çıkar diye bir şey yok. Dili sevmek, hayatı sevmek, bütün bunların bir araya gelmesi sonucu bu dil oluşuyor.

Çocukluğunuzun dili, masal ve destanların dili birleşerek sizin dilinizi oluşturuyor. İyi yazarı anlatan bir ölçüt vardır. Eğer bir yazının altında imzayı görmeseniz bile bu falancanın diyorsanız o yazar kendine has dili edinmiştir. Elbette bu hem üslupla hem de dille olan bir şey. Evet ben de dille oynamayı; ama bozmadan oynamayı seviyorum.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler