‘Yazar bize yaşatılanı, dayatılanı görmek zorunda!’

Türk edebiyatının 1950 Kuşağı denince ilk akla gelen isimlerinden, dil emekçisi, yazın alanında Türkiye’deki örgütlü mücadelenin kurucularından, yaşamını edebiyata ve topluma adamış usta yazar Adnan Özyalçıner, Everest Yayınları’nca yayımlanan iki yeni kitabı Yağmurda ve Yüzleşmeler ile buluştu okuyucularla. Yağmurda’da İstanbul’u, yoksul halkı, buğulu camlardan olanı biteni izleyen çocuk yalnızlığını, kadın cinayetlerini, sığınmacıların ölüm yolculuklarını, Gezi Parkı direnişini kısa kısa öykülerle işliyor Özyalçıner. Yüzleşme’de ise 2015’te yitirdiğimiz eşi, usta şair Sennur Sezer’e, o yokken olanı biteni haber veriyor. Yaşamla, kentle, yöneticilerle, yönetilenlerle, yönetenlerin bize yaşattıklarıyla yüzleşiyor; şairi, yazarı uyarıyor, tarihe not düşüyor. Adnan Özyalçıner’le Yağmurda ile Yüzleşmeler kitaplarını, öykünün gücünü, yazarın sorumluluğunu, tarihe tanıklığını ve tüm acılara karşın yıkılmayan, en sevdiği ve etkilendiği yazarı Orhan Kemal’e bağladığı umutvarlığını konuştuk.

Yayınlanma: 17.03.2023 - 00:04
‘Yazar bize yaşatılanı, dayatılanı görmek zorunda!’
Abone Ol google-news

YALNIZCA İSTANBUL DEĞİL TÜRKİYE’NİN ANLATIMI...

- Anne ve çocuğun yağmurun altında yürürken, çocuğun kabanını bir başka çocuğa vermesi ve tüm bunları pencere arkasındaki bir başka çocuğun izlemesi ile başlıyor ilk öykü ve kitap.

“Yağmurda” adını verdiğiniz öykü de bu üç çocuğun hisleriyle yalnızlığı vurguluyorsunuz. Bu yalnızlık hissini hangi çocuk özelinde kurguladınız?

O yalnızlığı, buğulu camdan yağmuru seyreden çocuktan yola çıkarak anlatmaya çalıştım. Kitaptaki öykülerin hepsini o buğulu camın ardından seyreden yine o çocuk. Onun için en başta “Yağmurda” öyküsü. O bir epizot aslında.

Dikkat ederseniz, kent ışıl ışıl bir gemi gibi bitiyor. O çocuğun yalnızlığı sürerken kent, ışıltılı gemi gibi. Ama o çocuğun o gemiye gitmesine, gemide olmasına olanak yok, zaten olanlar da ya denize düşüyorlar ya da başka yerlere gidiyorlar.

- Aslında bir “Yaşam devam ediyor” önermesi diyebilir miyiz?

Evet, tam olarak öyle. Yaşam devam ediyor. Yaşamdaki bütün şeyler devam ediyor. Bir kent anlatımı var burada aslında. Bu kitapta da görüleceği üzere öykülerimde kentte yaşayan insanlar anlatıldığı kadar kentin kendisi de anlatılıyor.

Kentte yaşayan insanlarla birlikte camileri, ışıklı caddeleri, yoksul ara sokakları, harap evleri, yıkılmış surları, surların dışındaki gecekondularıyla birlikte bütün bir kent anlatılıyor. Bu kent adı söylenmese de İstanbul. Ama yalnızca İstanbul değil, bütün bir Türkiye. Ve bütün bir dünya aslında.

‘ÖYKÜ, DÜNYAYA BAKIŞIMIZI

YENİLER. UMUDUN YOLUNU AÇAR!’

- “Sanrı” öyküsünden hareketle kitabın genelinde bir salgın dönemine değinme sözkonusu. Yağmurda’daki öyküleri salgın döneminde mi kaleme aldınız?

Öyküde güncele bakmanın ayrı bir yönü var benim için. Ben güncele bakmayı seviyorum. 14 Şubat Dünya Öykü Günü bildirisini bildirisini yazdığımda depremle ilişkilendirdim. Şöyle dedim:

“Öykü, dünyaya bakışımızı yeniler. Umudun yolunu açar. Sağaltıcıdır çünkü. Bugün, 14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde çekilen acılara karşı dayanışmanın, yardımlaşmanın, birlikteliğin öyküsü yazılıyor.”

Güncele bakış öykünün görevi çünkü öykü ve o öykünün yazarı tanıklık etmek zorunda.

- Güncel bir soru sorarsak, yazınımızda yeni yer edinen öykücüler, sizce çağımıza tanıklık edebiliyor mu?

Ne yazık ki... Günceli, çağını göremiyor, yakalayamıyoruz. Şunu göremiyoruz: Yaşadıklarımızı ve bize yaşatılanları. Hatta bize dayatılanlar da var. Asıl önemli olan bu. Bunu görmek zorunda yazar.

Fotoğraf: Kaan Sağanak

KEPÇE VE YIKILAN KADIN!

- “Gören Olmadı” adlı öykünüz oldukça kısa bir öykü. Burada Türk kadınlarının yaşadığı korkunç olayları, yürüyen bir kadın ve onu takip eden bir erkek üzerinden, yalın ve duygusal bir biçemde işliyorsunuz. Bu öyküyü yazarkenki esin kaynağınızı soralım.

Bütün kadın cinayetlerini, kadına yönelik şiddeti tek bir metaforda anlatma gereğini hissettim. O metafor da “kepçe” diye bilinen iş makinesi. Dikkat ederseniz, öyküde kadına şiddet, kadın cinayetler görülmüyor. Yalnızca kepçe görülüyor.

- “Kepçe” deyince aklımıza yıkıcılık geliyor haliyle.

Elbette. Kadınlar üzerindeki bu yıkıcılığı bu metaforla anlatmak istedim.

- Kitabın genelinde küçürek bir öykü tercihi var ki zaten okuyucularınız sizin bu öykülerinize alışık. 27 öykü var 70 sayfaya sığdırılan. Bu kitap için özel bir tercih miydi?

Uzun yazdıklarım da var ama şu sıralar kısa öykü yazmayı tercih ediyorum. Yerine göre kısa yazıyorum diyelim. Mesela İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları’ndan çıkan İstanbul Öyküleri kitabının ikinci cildinde yer alan öykümde Büyükada’yı anlatıyorum. 40-50 sayfalık bir öyküdür o.

‘ÖYKÜNÜN BİR GETİRİSİ, MESAJI

OLMASI LAZIM’

- Anlatımınızda kısa öykü mü daha etkilidir yoksa uzun öykü mü?

Kısa öyküde daha büyük yoğunlaşma oluyor. Bu yoğunlaşmada dilin olanaklarını kullanmak daha zorunlu. Onun için kısa öykü, bir dil çalışması sayılabilir çünkü Türkçenin bütün olanaklarını o kısa öyküde kullanabilmek çok önemli. Uzun öyküde istediğiniz gibi uzatabilir, dolaylı yoldan anlatabilirsiniz. Ama kısada onu yapamazsınız.

Bence zaten öykünün kısası ile uzunu arasında, öykü birimi açısından bakarsak fark görmüyorum. Bazı arkadaşlar kısa öyküler yazıyorlar ama öykü değil. Bir metin aslında. Gördüğü bir şeyi tasvir ediyor ya da deneme formunda düşüncesini ifade ediyor.

Şunu demek istiyorum, ne kadar kısa olursa olsun ya da ne kadar uzun olursa olsun, öykünün belirli bir formu var, o form değişmez. Yani başı ile sonu arasında bir çerçeve çizmeniz, o arada bir söylem dile getirmeniz ve başı ile sonunu ilintilendirmeniz gerekiyor. Öykünün bir getirisi, mesajı olması lazım.

Fotoğraf: Kaan Sağanak

‘ZENGİNİ, YOKSULU, GENCİ, YAŞLISIYLA

BİR TÜRKİYE PANORAMASI!’

- Birçok öyküde sizi doğrudan görebiliyoruz, “Serap” öyküsünde olduğu gibi. Ama yalnız çocuklar da var, sıradan insanlar da. Bir de zenginleri, ağızlarını şapırdatarak izleyen ve bir şeylerin gelmesini bekleyen fakir halk var.

Bu öyküden yola çıkarak soralım: Yağmurda, bir Türkiye panoraması mı?

İstanbulluyum. Çocukluğum, gençliğim Karagümrük’te geçti. Ve benim babam işçiydi. İşçi mahallesinde, yoksul insanların arasında büyüdüm. Onların neler yaptıklarını, neler düşündüklerini de biliyorum.

Onlar yaşananlara ve yaşatılanlara karşı duruyorlardı. Düşleri vardı, duruşları vardı, eleştiriyorlardı ama bunu ifade edemiyorlardı. Çünkü birçoğunun okuması, yazması yoktu.

Öykü yazmaya başladığım zaman dedim ki, “Onların ifade edemediklerini acaba ben ifade edebilir miyim?”

Ben onların öyküsünü yazdım. Dolayısıyla evet; zenginiyle, yoksuluyla, genciyle, yaşlısıyla bir Türkiye panaroması denebilir.

YAŞANANLARIN NOKTALAMASI!

- Sörf Tahtası öyküsüne gelelim. Sığınmacıların ölüm yolculuğunu kaleme alıyorsunuz. Neden “sörf tahtası”nın araç olduğu bir anlatı?

Metaforik bir anlatı. Düpedüz, yaşamını yitirenlere ağıt yazmışım gibi olmasın diye, böyle bir anlatım tercih ettim. Biraz kara mizah da diyebiliriz.

Neden bunu tercih ettim? Gerçeği daha gerçek bir şekilde ortaya koymak istedim. Gerçeği zaten biliyoruz. Gerçeği daha derin görmek istemenin tercihi.

Bu kitapta aslında, bugün yaşananların, yaşadıklarımızın noktalamasını yaptım. Bazı şeyleri noktalayarak bitirmek, görünmeyen gerçekleri açığa çıkarmak istedim. Asıl amacım buydu.

‘HEM GEZİ DİRENİŞİNE HEM DE CUMARTESİ ANNELERİ’NE

BİR SELAM GÖNDERDİM!’

- “Park Aydınlığı” öykünüzde Gezi Parkı direnişine de selam gönderiyorsunuz.

Evet, kaybedilen çocukların, isimsiz olarak gömülen çocukların anneleri ile buluşması nasıl olur, diye düşündüm. Yalnızca Gezi Parkı direnişi değil aslında, hem Gezi Parkı eylemlerinde yaşamını yitirenlere hem de Cumartesi Anneleri’ne bir selam gönderdim.

“KENTLE, YÖNETİCİLERLE, YÖNETİLENLERLE, YÖNETENLERİN

BİZE YAŞATTIKLARIYLA YÜZLEŞİYORUM!’

- Ve Yüzleşme adlı kitabınız... Kitapta “Yüzleşme” başlığıyla olan bir parçada şu cümle dikkati çekiyor: “Yaşatılanların utancından olmalı, yüzümüz kızardığında kimsenin haberi olmuyor.”

Bu cümleden yola çıkarsak; Adnan Özyalçıner, Yüzleşmeler’de nelerle ve kimlerle yüzleşiyor?

Yaşamla, kentle, yöneticilerle, yönetilenlerle, yönetenlerin bize yaşattıklarıyla yüzleşiyor. Her gün yaşadığımız ya da her gün bize yaşatılan olaylara bir takım politik göndermelerle bir yanıt aslında Yüzleşmeler.

Her konuda birbirimizle yüzleşmeliyiz. Hiçbir konuda arkamızı dönmeyelim birbirimize. Yüz yüze olmamız gerekir. Birbirimize bakarak konuşmalıyız. Birbirimize bakarak konuşursak belki utanabiliriz. Her şey daha güzel olsun diye bunu yapmalıyız. Yüzleşmeler’de bu düşünceyi odağa aldım.

- Yüzleşmeler’de şöyle bir cümle var: “Renksiz bir dünya yaratıldı, siyah beyaz bir görüntü, gri beton üstüne.” Öncesinde de “Maviyi öldürüyorlar, yeşili yok ediyorlar” diyorsunuz.

Geçtiğimiz ay, ülkemiz büyük depremlerle acı günler yaşadı. Bu zor günlerde Türkiye, bu büyük acıyla yüzleşebilir mi?

Elbette yüzleşebilir. Bilim insanlarını söylediklerine göre, bu yıkımın yaşattıkları beklenen bir şeydi. Yani yıkımı Tanrı yapmadı, bu betonlaştırmayı yaratanların doğurduğu bir sonuç. Ama bunu söylediğiniz zaman suçlu oluyorsunuz. Bu yüzleşme gayet açık, olmalı.

EDEBİ VE TARİHE NOT DÜŞEN DEĞİNİLER!

- Yüzleşmeler’deki sizin de deyiminizle “değini”ler oldukça şiirsel bir üslupla yazılmış. Tek bir satırda aslında dizelerce şiir okuyormuş hissi veriyorsunuz. Bunun yanında küçürek öyküden de kısa öyküye çalan metinler de var.

Bu kısa kısa parçaları tek bir kitapta toplama düşüncesi nasıl doğdu?

Günlük tutmak gibi bir şey aslında ama ben günlük tutmayı sevmiyorum. Sevmediğim için de beni etkileyen olayı değini şeklinde kaleme alıyorum.

Kitaplaşmasını da istememin nedeni, biliyorsunuz Evrensel gazetesinde “Değinmeler” köşesinde yazıyorum. Gazete geçmişte kalan değinilerin gün yüzüne çıkmasını, kitap olarak tarihe kalmasını istedim.

Bu yazdıklarımı daha çok edebiyat metni olarak düşünüyorum. Edebiyat metni olmasına özellikle dikkat ediyorum. Şiirsel olması ondan. Dolayısıyla Yüzleşmeler, edebi ve tarihe not düşen değiniler, diyebiliriz.

- Yüzleşmeler, ne kadar zamanlık bir çalışmanın ürünü?

Bir olayın toplumu ilgilendirişi ile ilgili olan her şeyi bu değinmelerde dile getiriyorum. Gazetede de çıktığı için aslında bir araya getirmek zor olmadı. Sennur gittikten sonra başladığım bir çalışma aslında. 8 yıllık bir çalışmanın, her gün yazdığım değinmelerin bir toplamı Yüzleşmeler.

‘SENNUR SEZER İLE ÖYKÜLERİMİZ

VE ŞİİRLERİMİZ BİRBİRİNE GEÇTİ!’

- Hemen hemen her sayfada Sennur Sezer’le karşılaşıyoruz. Onun şiirlerinden, yazılarından alıntılar görüyoruz. Sennur Sezer’in bu kitaba katkısını anlatır mısınız?

Sennur Sezer’le 49 yıl birlikte yaşadık. O şairdi, ben öykücü. Birbirimizin öyküleriyle şiirleri birbirine geçti. O gittikten sonra da ben bunun sürmesini istedim.

Sennur’la berabermişiz gibi, yaşama devam ediyormuşuz gibi, birlikteliğimiz sürüyormuş gibi… Bazı yerlerde de Sennur’un görmediği, duymadığı, bilmediği şeyleri ona anlatıyorum. Onun haberi olsun istiyorum...

Fotoğraf: Kaan Sağanak

‘İÇ DÖKME EDEBİYATI’NA KARŞI ÇIKIŞ!

- Yönetilenlere, yönetenlere seslendiğiniz kadar şairlere de sesleniyorsunuz. “Şair, ayağa kalk” diyorsunuz. Bir sesleniş kitabı mı Yüzleşmeler?

Bir uyarı kitabı diyelim. Şairi, yazarı da uyarmak gerekir. Siz de sesinizi çıkarın demektir. Edebiyatın bugün geldiği noktada yaşadıklarımızla ya da bize yaşatılanlarla ilgilenilmiyor pek. Neredeyse yaşamdan söz edilmiyor. Bir iç dökme noktasına geldi edebiyat. Bu edebiyat anlayışına da bir karşı çıkış Yüzleşmeler.

‘NÂZIM GİBİ; İSTERSEN SÜRREAL YAZ

AMA TOPLUMLA İLGİLEN!’

- Bu söylediklerinize ek olarak, kitapta toplumcu gerçekçiliğin önemi ve gerekliliğine de vurgu yapıyorsunuz.

Şimdi toplumcu gerçekçi edebiyatı bizde hep emredici, kalıpları olan bir bakış zannederler. Nâzım Hikmet şöyle diyor: “Toplumcu gerçekçilik bir biçim sorunu değil, bir dünya görüşüdür. İçerik toplumcuysa eğer, varsın milyonlarca biçim olsun. Böylelikle insanca, en insancıl ve karmaşık idealler doğrultusunda düşünce ve duygularımızı ifade edebiliriz.”

Yani Nâzım diyor ki istersen sürreal yaz ama toplumla ilgilen! Toplumcu gerçekçilik bir görüş çünkü, biçim değil ki. Sen istediğin biçimi kullanabilirsin.

Onun için bence 50 Kuşağı’nın gerçeğe bakışındaki o yenilik, gerçeği daha derinlemesine, insanı hayaliyle, düşleriyle, düşünceleriyle bir bütün olarak ortaya koymasında, toplumla olan ilişkilerini ortaya koymasında, Nâzım Hikmet’in söylediklerinin payı var.

 

‘5O KUŞAĞI’NIN METİNLERİNDEKİ BAŞARISI, SÜRREALİZMİ ÜSTGERÇEKÇİ

KABUL ETMESİNDEN GELİYOR!’

Şunu da söylemek isterim: Sürrealizm bizde gerçeküstücülük diye çevriliyor. Yanlış. Sürrealizm, üstgerçekçiliktir. Yani sürrealizm gerçeğin gerçeğini anlatır. Gerçeği gerçek olarak görür, çarpıtmadan anlatır. O anlamda 50 Kuşağı’nın metinlerindeki başarısı, sürrealizmi üstgerçekçi olarak kabul etmesinden geliyor.

- Tevfik Fikret’in “Sabah Olursa” şiirine atıf yaparak “Olacaktır” diyorsunuz. Kitabın en dikkat çeken noktası, her bir cümlede umut aşılaması. Fikret gibi soralım, “Sabah olacak mıdır?”

Olacak. Sabah olmaması olanaksız. Ancak o sabahın güneşli bir sabah olması gerekir. O güneşli sabahlar için varız.

‘UMUDU HEP ORHAN KEMAL’E BAĞLIYORUM. UMUDU ELİMİZDE

TUTMAZSAK AĞLAMAKLA YETİNİRİZ!’

- Peki bu umutvarlığın kaynağı neresi?

En çok sevdiğim ve etkilendiğim yazar Orhan Kemal’dir. Orhan Kemal’in gerçekçiliği aydınlık gerçekçilik. Hangi romanına, hangi öyküsüne bakarsanız bakın sonu umutla biter. Umutsuz biten bir öyküsü, romanı yoktur. Ondan kaynaklıdır, umudu hep Orhan Kemal’e bağlıyorum. Ve umudu hep elimde tutuyorum. Umudu elimizde tutmazsak sadece ağlamakla yetiniriz. Sabah olmaz!

- Yeni çalışmanız ne üzerine olacak?

Yakında bir çalışma yok ama şunu söyleyebilirim: Osmanlı Dönemi’nde, II. Mustafa zamanında basılan, çok istek gören “zer-i mahbûb” (sevilen altın) adında bir altın çıkarılmış. “İstanbul’un Güzel Altını” adıyla, İstanbul öyküleri yazmayı düşünürdük Sennur’la. Hâlâ düşünüyorum…


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler