Ankara’nın Dünü (4)

30 Eylül 2014 Salı

Cuma günü yazım şöyle bitiyordu: “Ankara’nın ünlü balı ve armudu yok muydu? Bugünkü kuşaklara sorun bakalım Ankara’nın balının çok ünlü olduğunu kaç kişi biliyor? Peki, nerede arılar, ballar, armutlar? Yoksa Ankara’nın en iyi balını, armudun iyisini bilenler mi yiyip bitirdiler, bitiriyorlar?
Ankaralı okurum Nuray Cenker’in iletisini aktarıyorum:
Özgen Bey, yazılarınızı zevkle okuyorum, elinize sağlık. Bugün yazınızı okuyunca hatırladığım bir anımı size yazmak istiyorum izninizle. Ben 65 yaşımdayım, 5 yaşımda, kayıtsız olarak başladığım ilkokul 1. sınıfta iken Yerli Malı Haftası kutlamalarında ben ‘ARMUT’ olmuştum. Elimdeki tabağın içine öğretmenim armut resimleri yapıp koymuştu. Okuduğum dörtlük ise şöyle idi: ‘Bal armudu adım benim. Baldan tatlı tadım benim. Memleketim Ankara’dır. Suyum akar şırıl şırıl…’”
Eski SHP milletvekili Kamil Ateşoğulları da değerli araştırmacı, yazar, Bodrum doğumlu, Yahudi milletvekili Avram Galanti’nin “Ankara Tarihi 1-2” kitabını göndermiş. Yazar, Ankara arılarının özelliğini anımsatıp “Ankara Vilayeti Salnamesi s. 35’ten” şu alıntıyı yapıyor:
“Türkiye’de en iyi bal Ankara’da çıkar denilirse, bu söz mübalağa sanılmamalı. Kokusu, lezzeti, cinsinin güzelliği, beyazlığı itibarıyla daima aranır.”

***

O yazımızda Melih Efendi’nin Halfetili hemşerilerinin Ankara’da römorklarla Eymir Gölü’ndeki su harekâtı hakkında 13 Haziran 2008 Sabah gazetesindeki haberi aktarmıştım: “Eymir’in ‘can suyu’ çekiliyor. Büyükşehir Belediyesi’nin park ve refüjlerine su taşıyan tankerler, Eymir Gölü havzasında açılan kuyulardan her gün tonlarca su çekiyor. Önlem alınmazsa göl yakında yol olacak.” Yazıda harf hatası ile çıkan “yol” sözcüğü, “yok” olacaktı. Ankara’yı yok edenler arasında kimin olduğunu Sabah gazetesi bile sergiliyor!

***

Ulus - Kavaklıdere arasında uzanan ve kentin en geniş yolu yapılırken, halk bu genişliği yadırgamıştı. O zaman nüfus da araba da az… Bazıları “Bu kadar geniş yol açılır mı? N’olacak sarhoş!” diyorlarmış.
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ileri görüşü bu kadarla kalmadı. Yol boyunca çocukların rahatlıkla oynamaları, insanların dinlenebilmeleri için parklarının temiz havasını da halkın hizmetine sundu. Gençlik Parkı, Sıhhiye Parkı, Kızılay Parkı, Güven Park, Kuğulu Park…
Bununla yetinmedi, yol boyu büyükelçiliklere binalarını yapmaları için geniş araziler verdi. Şimdi bu arazilerdeki yeşil alanlardan Ankara’ya oksijen salımı gerçekleşiyor. Hipodrom’un, Paraşüt Kulesi’nin yeşilliklerinin yanı sıra çorak, bataklık alanda “Atatürk Orman Çiftliği’ni de (AOÇ)” Ankaralılara kazandırdı. HHH Maliye Bakanlığı’ndan sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne (ODTÜ) rektör olan Kemal Kurdaş da bir yandan fakülte binalarını, yurtlarını sıfırdan yaratırken, ağaç dikme günleri düzenledi. Bırakın öğretim görevlilerini, öğrencileri, Ankaralılar bile o günlerde o bozkıra ağaç dikmeye koştular.
Melih Efendi ne yaptı? Bu güzelim ormanda bir gece baskınıyla dozerlerine ağaçları yıktırarak karayolu yaptırdı. Bir ona bakın, bir de o günlerde yol açarken Ankara’yı yeşillendiren “sarhoşa” bakın…

***

Cumhuriyet kurulalı 2 yıl olmuş. “Sarhoş” yetkililere “Yeşili görmeyen gözler, renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin!” talimatını veriyor.
Yetkililer, onun seçtiği yere itiraz ediyorlar. O, “Orası Ankara’nın kenarında hem batak, hem çorak, hem de fena bir yer. Burayı biz ıslah etmezsek, kim gelip ıslah edecek” diye soruyor ve AOÇ orada filizlenip yeşeriyor.
Sultan Efendi ise on binlerce ağacı ve yeşilliği yok ederek halkın ödediği vergilerle, 1.6 milyar liraya kendisine “AK Saray’ı” yaptırıyor, “Güçleri yetiyorsa yıksınlar…” diye de meydan okuyor. 1. derece sit bölgesi olan AOÇ’ta mahkemenin yasaklama kararlarına karşın AK Saray’ını yapan sultan, şimdi de “manzarasını kesmemesi için çevrede yüksek katlı binaların yapımını” yasaklatıyor. Sultan Efendi’nin 29 Ekim’de “Yeni Türkiye Cumhuriyet Bayramı’nda” törenle AK Saray’ına yerleşeceği açıklandı.

***

Yeşil İslamiyetin bayrağıdır. Çölde yeşile duyulan özlemden dolayı İslamiyetin seçtiği yeşil bayrağı, halifeliği yüklenen Osmanlılarca da benimsenmiştir.
Hazreti Muhammed’in doğa, ağaç sevgisi üzerine çeşitli “hadisleri (söylemleri) vardır. Bazı örnekler verelim:
“Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, ehil veya valisi hayvan veya kuş yiyecek olursa, yenen şey onun için bir sadaka hükmüne geçer...”
“Bir kimse bir ağaç dikse, o ağaç meyve verdikçe, sevabı ağacı dikene yazılır…”
“Elinizde bir ağaç filizi varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar zamanınız varsa mutlaka dikin…
Dilimize Arapçadan giren “medeni” sözcüğünün “kentli”, “bedevi” sözcüğünün de “köylü” anlamına geldiğini anımsayalım. Hazreti Muhammed bir gün, bir bedevinin hayvanlarını beslemek için bir ağacın dallarındaki yaprakları sopasıyla dökmeye çalıştığını görünce tepkisi şöyle olmuş: “Ey Arabi! Ağır ol, ağaca vurarak, kırıp dökerek değil, tatlılıkla sallayarak yaprağını dök…”
Ünlü, zengin bir işadamının öyküsü olduğu söylenir! Ölmeden önce çocuklarına “Beni pijamamla gömün!” vasiyetinde bulunmuş. Müftünün “Öyle olmaz!” yanıtını babaya aktarmışlar. Baba da “Gördünüz mü? Bırakın milyarları öteki dünyaya götürmeyi, bir pijamamı bile götüremiyorum!” demiş.
Günümüzde kulelere ortak olanlar, gemilerini yüzdürenler bu varlıklarını öteki dünyaya götüremeyeceklerini bildiklerinden olsa gerek Hazreti Muhammed’in şu sözünü benimsemiş olabilirler: “Her kim, yerine yenisini dikmeden, bir ağacı keserse, Allah ona cehennemde bir ev yapar!”
Şimdi bir düşünelim! “Sarhoş” mu, “tvitkolik” başkan mı, “imam” sultan mı, hangisi cennete, hangisi cehenneme gidecek?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları