Bir hafta sonu Sait Faik'le

29 Mayıs 2024 Çarşamba

Başlığı attım ama yazıyı nasıl sürdüreceğimi bilmiyorum.

Ya da iyi bilmiyorum.

Aklımda bazı düşünce kırıntıları yok değil.

Hatta ilk cümle hazır:

“Seninle hiç karşılaşmadık.”

İlk cümle yazıldı ya, sonrakiler çorap söküğü gibi gelecektir...

Onları artık tırnak içine almayayım...

Karşılaşmadık, zaten karşılaşamazdık.

1954’te İstanbul’da öldüğünde ben küçük orta Anadolu kentinde, 12 yaşında ortaokul öğrencisi imişim.

Seni ilk ne zaman okudum, anımsamıyorum.

Sanırım daha sonraları.

Gerçi bellek bazı şeyleri karıştırıyor.

Yapmadığın şeyi yapmış gibi anımsayıveriyorsun.

Derken ondan da kuşku duyuyorsun.

Böyle bir şey olmuş mu, olmamış mıydı?

Doğrular, yanlışlar, gerçekler, hayaller birbirine karışıyor.

Bir zamanlar düşümde kendimi görmüştüm. Çocuk olan kendimi.

Kurumuş ırmak yatağı gibi bir yerde duruyordum.

Çok üzgündüm. Ya da üzgündü. Gerçek olan hangimizdi, rüyayı gören mi, rüyadaki ben mi?

Ya da şöyle söyleyeyim: Hangisi daha gerçekti?

Burada işler karışıyor...

Daha gerçek olan hangisi? Sanat mı, yaşam mı gibi bir ikilemle karşı karşıya kalıveriyoruz... 

İyisi mi başa döneyim...

Seni ilk ne zaman okuduğumu anımsamıyorum ama “Şimdi Sevişme Vakti” adlı şiirinde adını Yunus’un adıyla andığın sevgili arkadaşın Orhan Veli’nin yaşamıma ne zaman girdiği kesinkes aklımda.

Yaşamıma ne zaman girdiği derken, kuşkusuz, şiirleriyle.

Onunla karşılaşmamız daha da olanaksızdı.

Çünkü senden dört yıl önce, 1950’de öldüğünde ben ilkokul öğrencisiymişim.

Orhan Veli yaşamıma lise yıllarında girdi ve artık hep orada kaldı...

Seninle yapılan son bir söyleşide sen, en sevdiğin şairlerin Orhan Veli ve Fazıl Hüsnü olduğunu söylüyorsun.

Seni ve Orhan Veli’yi tanıyamazdım ama Dağlarca’yla kişisel tanışmanın ötesinde, ağabey kardeş olduk.

Ölümünün az öncesinde, hastane sedyesinde, “Ağabey senin için ne yapabilirim?” gibisinden bir şeyler mırıldandığımda, güçlükle kımıldanan dudaklarından dökülen iki sözcüğü ömrümce unutamam: “Sevgin yeter”...

Ölüm demişken senin ölümün üzerine en ölümsüz dizeleri yazan odur:

Ölmüş Sait/ Deniz mavisinden erken/Bunca sevgiden sonra/ Ölmüş annesini öperken/ Ölmüş eli ayağı uzak/ Camların üstü buğu/ Ölmüş çocuklar izin vermeden/ Yüzünde sarışın çocukluğu/ Yıldızlar gitmez gün doğmaz/ Ölmüş korkunç uykusu yerde/ Ölmüş belli belirsiz düşcek/ Üşür balıklar öykülerde...

Seni okumaya başlayışım da liseli yıllarımda ya da az sonradır. 

“Başlayışım” diyorum, çünkü ondan sonra hep okudum, hâlâ ve her zaman okuyorum...

Başa dönelim. Gerçekler ve düşler konusuna.

Hangisi daha gerçek? Gerçek dediğimiz şeyler mi, düşlerimiz mi?

Katı, kaskatı gerçekleri bilmez değilim...

Toplumlardaki ve kişisel yaşamlardaki...

Her gün, her an, içlerinde boğulduğumuz,boğuşup durduğumuz... 

Ama, örneğin, sevgili Sait Faik, senin “Hişt, Hişt!”indeki “çikolata rengindeki yaprağı”, “çağla bademi renkli keçiyi” ne yapacağız? “Onun da rengi çağla bademi olan eşek” ne olacak? “Otları adeta çatırdata çatırdata yiyen...”

Kuşuyla, börtü böceğiyle, tosbağasıyla, kirpisiyle, sana yolun kenarından “erik lezzetiyle” bakan, “daha boyunu posunu almamış taze deve dikenleri, karabaş otlarıyla”, bütün bu rüya güzelliğindeki yaşam ne olacak?

İşimiz çok güç...

Hele gerçekçiysek...

Yaşamın içindeki şiiri görerek, duyarak, tadarak, göstererek, duyumsatarak, tattırarak gerçekçi olabilmek...

Senin yapmayı başardığın şey...

24 Mayıs Cuma günü, seni Burgazada’da anarken yaptığım kısa konuşmada, senin şiir tadında öykülerin, öykü tadında şiirlerin olmasa, örneğin “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” adlı şiirim yazılamazdı dedim...

Kabul etmen dileğimle...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Hayvan sevmemek 17 Temmuz 2024

Günün Köşe Yazıları


En Çok Okunan Haberler