Bilsay Kuruç

Büyük iddia ve uyum (1)

18 Eylül 2023 Pazartesi

GİRİŞ

Yüzüncü yıldayız. Yıla damga vuran nedir? Doğru öğrenebilmeliyiz. Sadece Cumhuriyettir, başarılarıdır, dersek kendimizi aldatırız. Farklı “emeller” geçmiş yıllarda buluşup Cumhuriyeti gitgide keskinleşen karşıtlıklarla yüz yüze bırakmıştır. Cumhuriyetin dramıdır. Karşıtlıkları, üzerlerini kaplayan güncel söylem kabuklarından sıyırarak konuşabilmek, yerli yerine oturtmak bir analitik bütünlüğe doğru yol alabilmek için şart oluyor. Hamasete sığınmak “yerinde saymak”tan ibaret kalır. Birbirini izleyen birkaç yazıda, sadeleştirerek meramımı anlatmaya çalışacağım.

‘BANA MECBURSUN!’

Lozan’a emperyalizmin komutanı Lord Curzon bagajında sömürgeleri taşıdı. Oraya yeni bir coğrafyanın, Ortadoğu’nun kaynaklarına el koyup düzenleme yapmak için, alışkanlıklarından aldığı güçle gelmişti. Karşısındaki, ilk kez gördüğü Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya allanıp pullanmış bir “Yumuşak Sevr” teklifi verdi. “Kabul et. Başına talih kuşu kondu” dedi. Bu bir “çakma devlet” projesiydi. “Sizi himayemize alıyoruz. Himayemizde size bir ‘yapısal uyum’ yaptıracağız. Elbette kapitülasyonludur. Zaten başka seçeneğiniz yok!” 

Curzon, “Uyum isterim. İtiraz istemem” derken o andan başlayarak daha sonra Cumhuriyetin yüz yüze kalacağı tüm karşıtlıkların “ana”sını ortaya koyuyordu. “Nasıl bir ‘zaman’ içinde yaşayacağınızı biz belirler ve sizi orada ağırlarız. Yaşayacağınız ‘zaman’ı bir gerçek devletten ve toplumdan yoksun sizler belirleyemezsiniz. Bu kadar” diyordu. İlginçtir, dünya kapitalizminin doruğundaki İngiltere’nin Lord Curzon’undan elli küsur yıl sonra, artık inişteki İngiliz kapitalizminin başbakanı olmuş Madam Thatcher, dünya kapitalizmine sözcülük yaparak “Toplum diye bir şey yoktur. Sadece ‘piyasalar’, yani dört dörtlük kapitalizm vardır!” diyecekti: “Başka seçenek yok!” (İngilizcesi, There is no alternative! Kısaltılmışı, TINA). Madam, Curzon’un ruhunu da yad eder gibi, “zaman” kapitalizme kilitlidir, değişmez, demiyor mu? 

‘İYİ YOLCULUKLAR!’

Garp Cephesi komutanı, Curzon’un “Yumuşak Sevr” teklifini reddetti. Boğuştular. Sonunda Curzon, “Gidiyorum. Kapitülasyon yok, bağımsızlık, diye tutturdun. Harap, yoksul bir ülken var. Ne lazımsa sadece bende var. Vermediklerini cebime koyuyorum. Göreceksin, gelip, diz çöküp isteyeceksin. O zaman bunları teker teker cebimden çıkaracağım. Başka seçeneğin yok!” dedi ve tren istasyonuna gitti. “Peki, kabul” haberi gelir diye bekleyerek treni de bekletti. Şöyle bir haber geldi: “İyi yolculuklar diyor!”

Tecrübeli Curzon, Paşa’nın “inadı”nın arkasında bir “iddia” olduğunu sezmişti. Ama bunun bir “büyük iddia” olduğunu öngöremezdi: Garp Cephesi komutanı, Mustafa Kemal’in sırdaşı olarak, biliyor ve paylaşıyordu ki dava, Milli Mücadele’deki moral haklılıkla elde edilecek bir “barış”tan ibaret değildir; Cumhuriyete erişmek ve 20. yüzyılın devletini ve toplumunu kurmaktır. O büyük iradeye sahip olmaktır. Bizim için, bu “büyük iddia”dan başka seçenek yoktur! Kısaca, Lozan’da iki bambaşka “Başka seçenek yok” karşıtlığı apaçıktır. İlk kez. Bunu 100. yılda iyi bilelim.

19. yüzyıl 1914’te tamamlandı. Kapitalizm “son aşaması”nda “bir büyük uygarlık krizi”ni, Birinci Dünya Savaşı’nı yaratmıştı. Ancak tarihin seyri artık bu hesaplaşmalarla çizilmiyordu. Ötesine geçmişti. Yeni ve yüksek bir entelektüel kapasite doğmuştu ve 1917’nin “ekim”inde, tarihin artık kapitalizmin hükmüyle değil, kişilik sahibi toplumların iradeleriyle yapılan mücadelesi demek olduğu en somut örneğini vermişti. Mustafa Kemal’in, “ekim”de gün yüzüne çıkmış, dünya çapındaki karşıtlığı okuyarak bütün bunları nasıl müstesna bir entelektüel kapasiteyle değerlendirdiğini görmemek mümkün mü? Cumhuriyet de bizim, toplumların kendilerini aşan bir irade gücüyle ayağa kalktığı “zaman”a ortak olan devrimimizdir. Doğuş zamanı, bu, o iradenin Milli Mücadele’de pişerek “Başka seçenek yok!” dediği zamandır. 

İLERİ HAREKET

Cumhuriyet Devrimi bağrında kendine özgü bir diyalektikle, bir “ileri hareket” taşıyarak doğdu. İlk adımı ve doğum haberi 9 Eylül, 1922’dedir. “İlk hedef” olarak, kendi jeopolitik hakkını gösterişidir. Kısaca, Abdülhamit’in Kıbrıs’ı İngiltere’ye verişinden beri Anglosakson bölgesi olan Doğu Akdeniz’e, “Zorla uzaklaştırıldığımız Akdeniz medeniyetinde yerimizi almak üzere” girişimizdir. Bağımsızlığın ilk adımı. 1932’de bu böyle vurgulanmıştı. Biliyoruz, Cumhuriyet bir köylüler ülkesinde kuruldu. Köylülük “yurttaşlar”dan oluşan bir toplum olacak ki kurulan devleti etkilesin ve 20. yüzyılın devleti şekillenebilsin, o toplum da kazandığı niteliklerle ileri gidebilsin. “Büyük iddia”, bu sürekli, ileri hareketle oluşur. Bir “modernizasyon projesi”nden ibaret sayılamaz. Böyle bakmak “iddia”nın özünü, sürekli hareketle tazelenerek ileri gitmeyi gözden kaçırmak olur. Elbette modernizasyonu içerir. Ama özü yüzyılın toplumu ve devletiyle var olma iradesidir. Niteliği kazanmak, tazelemektir. “Büyük iddia” burada.

KİM BUNLAR?

“Ey yükselen yeni nesil. İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. Yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz” (1924) ve “Ey Türk Gençliği...” (1927) “Büyük iddia”yı taşıyacak olanları resmediyor. Kim bunlar? Onlara “Cumhuriyetçi orta sınıf” diyelim. Kestirme bir tanım oluyor. Ama, günümüze gelince yerine oturacaktır. Sosyologlar alanlarına paldır küldür girdiğimiz için bizi bağışlasınlar! “Kim bunlar?”, önce 1900-1920 arasında doğmuş olanlardır. “Büyük iddia”yı ilk onlar taşıyacaktır. Ekonomik gelişmeye kafa yoracaklar, devleti kuracaklar ve insanlık tarihinin biriktirdiği Aydınlanma değerlerini toplumla paylaşacaklar. Değerlerin merkezinde laiklik vardır. Kolay değildi ama taşıdılar.

Unutmayalım, bir köylüler ülkesindeyiz. Orada, kırsalda, ilk “yekpare” demokratik devrim atılımı 1940’ların ilk yarısında kurgulandı. Yekpare, çünkü köylülüğün ilk kez aydınlanması, dönüşümü (1940, 1942) ve ilk kez toprak mülkiyetine kavuşup çiftçileşebilmesi (“efendimiz” olmasını) (1945) bir bütünlükle tasarlanmıştır. (Tarihi önemi yeterince anlaşılmış mıdır, emin değilim!) Bu atılım, Bizans/Osmanlı toprak mülkiyetini sürdüren bir bloklaşma duvarına çarptı. “Cumhuriyet bir ‘giysi’dir. Kırsala sokmayız. Güç fiilen bizdedir” dediler. Kim onlar? Büyük toprak sahibi-tüccar ittifakı. Ve Cumhuriyetin diyalektiği kesildi. Köylülüğün dönüşümü için hamle, ilk hesaplaşma dramla bitti. İlk ciddi karşıdevrim gösterisi oldu.

ÇAĞIN İLERİSİNE GEÇEBİLMEK

“Büyük iddia” Cumhuriyetin ikinci kuşağına devroldu. Kim bunlar? 1920’lerde ve “30”ların başlarında doğmuş olanlar. Prof. Dr. Fazıl Sağlam’ın “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyor” dediği 1961 Anayasası ile Cumhuriyeti yükseltmeye çalışanlar. Cumhuriyetin “içeride” ikinci hesaplaşması kentlerin ağırlık merkezi olmaya başladığı, fabrika çağına giren, artık sınıfsallığın sahneye çıktığı 1960’larda başladı, 1970’lerin sonuna kadar sürdü. “1961”i Cumhuriyetçi orta sınıfın bilim insanları, hukukçuları, entelektüel birikim sahipleri hazırladı. 1933’te kuvvetle vurgulanmış olan, “muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmayı” hedefe koymuşlardı. Geleceğe açılan kapıları bilerek insanın toplumu ve devleti bir arada zenginleştirebilen niteliklerini anayasaya işlediler. “Büyük iddia” için doğal gelişmenin önünü açtılar. Unutmayalım, doğal gelişmenin kaçınılmaz boyutu bağımsızlıktır. Cumhuriyetin bu değeri 1960’larda bir daha canlanıyor. “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır!” sözünden on yıl sonra, 1974’te, kendi jeopolitik alanını bir daha göstermek üzere Doğu Akdeniz’e yeni bir adım atıyor.

‘EMEK EN YÜCE DEĞERDİR’

Cumhuriyetin ileri hareketi, toplumun kendini aşma potansiyelini yakalamakla, kavramakla olacaktı. “1961” bunu berraklaştırıyor. İnsan öncelikle toplumsal haklara, kısaca, onurlu yaşam hakkı, sağlık hakkı, çalışma hakkı, eğitim hakkı, söz ve örgütlenme hakkına sahip olmalıdır ki geleceğini görüp düzenleyebilsin, çağın içindeki ve önündeki yerini alabilsin. 1960’larda ve “70”lerde toplumun özlemleri büyüdü, yeni şeyler öğrenildi. Cumhuriyetçi orta sınıf toplumun özlemlerini doğru okurken siyaset sahnesine ilk kez adım atan işçi sınıfı ile tanıştı, yakınlaştı. Onun dilini öğrendi. “Büyük iddia” için, emeğin söz sahibi olmaya başladığı politika çizgileriyle buluştu. 

Şuraya gelindi: 27 Kasım 1976’da günün en büyük partisinin kurultayında, salonda, duvarlara siyasetin zeminini açıklayan tek slogan (özdeyiş) yerleştirilmişti: “Emek en yüce değerdir!” Cumhuriyetçi orta sınıfla emeğin bütünleşmesi toplum için yeni yaratıcı güçlerin önünü açacak, diyordu. Düşünürsek, 1974 (jeopolitik) adımını bir toplumsal adımla birleştirme sözü veriyordu. Ve sermaye sınıfının, kendine özgü tedirginlikle, bambaşka bir rejim için “seferberliği” filizlenirken uzak diyarlarda da “değerlendirmeler” olacaktı. Cumhuriyetin yeni, ağır dramı yaklaşıyordu. 1979 Mayıs’ında bunun ilk işareti geldi.

DARBE VE VESAYET SINIFSALDIR

Ağır dramı getiren 1980 darbesi Cumhuriyetçi orta sınıfa ve işçi sınıfına şunu dedi: “‘Büyük iddia’ bitti. Tepenize ineceğim. Göreceksiniz. Bildiklerinizi unutun. Silin kafanızdan. Ülkenin günü ve geleceği üzerinde düşünme ve söz sahibi olma hakkınız bitmiştir. Bu hak artık sadece sermaye sınıfınındır.” Ve dediklerini yaptı. Diyalektiği kesti. Vesayetin gerçek boyutunun ne olduğunu çıplak biçimde gösteriyordu. O tarihten bugüne, toplum o vesayete ait “zaman” boyutuna yerleşmiş, yaşıyor. Lord Curzon’un “Başka seçenek yok”u, bu sınıfsal vesayetin güvencesinde artık bu “zaman” boyutuna oturtulacaktır. Cumhuriyet karşıtlığı, 1923 Lozan’ındaki masanın öbür tarafından 1980 sonrasının Türkiye’sine, sermaye ve siyaset dünyasına taşınacaktır. Aktörleri, aktrisleri ve sonuçlarıyla.


GELECEK YAZI: “BÜYÜK İDDİA” VE UYUM (2): ORTAKYAŞAM (SİMBİYOZ)



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları