Bilsay Kuruç

Depremden sonra

10 Nisan 2023 Pazartesi

Yazılara ara vermiştim. Ara uzadı. Şubatla depremin getirdiği felaketi yaşadık. Türkiye’nin Hiroşima’sı oldu. Zaman geçtikçe acı yaşanmaya devam etti. Yavaş yavaş, üzerinde düşünmeyi besledi. Acı kolay dinmeyecek. Düşünceler beslendikçe aklın açacağı yoldan belki yeni ufuk açılacak.

HASAR TESPİTİ

6 Şubat’ın üzerinden bir ay geçmeden “ekonomik yıkım hesabı” çalışmaları başladı. Sermaye kuruluşları (yerli ve diğer) başı çekti: Turkonfed, EBRD, J.P. Morgan, Dünya Bankası... Meslektaşlarımız da çalıştılar. GSYİH’nin yüzde 2.5’i ile 10’u arasında değişen “yıkım hesapları” yapıldı. Büyüme hızı, cari açık, bütçe açığı, vs. ne kadar etkilenir tahminleri yapıldı. Son hesaplar ne gösteriyor? Bilmiyoruz. Ama bir şeyin eksikliği var. Bir sorunun yanıtı. O soruyu kim çalışacak?

(Hatay’da depremin yarattığı enkaz.)

NİÇİN CAN VERDİLER?

Resmi sayılarla elli bini aşkın kişi yok yere can verdi. “Güvenli barınma hakkı”ndan yoksun oldukları için. Herhalde biliyoruz, devlet toplumun vekilidir. Varlığı toplumu korumak, geliştirmek içindir. Eğer kapitalizm devleti toplumdan uzaklaştırabiliyorsa toplumsal haklar alanı (güvenli barınma hakkından başlayarak) giderek kaybolur. O alanı kapitalizmin piyasaları doldurur. Son 20 yılda somutlaşmıştır. Toplumsal haklar sağlık, eğitim, çalışma başta olmak üzere, bütünlüğü parçalanıp teker teker piyasaya verildikçe “hak olma” özleri buharlaştı. En başta “güvenli barınma hakkı” piyasalaştıkça yıkılabilir yapılar (yükseklerinden başlayarak) çoğaldıkça çoğaldı. Yapılar sağlam olsa 50 bini aşkın kişi can vermezdi. Bu kadar basit.

BENGAL 1943

İngiltere 1757’den 1947’ye kadar Hindistan’ın resmi sahibiydi (The British Raj). Dünya kapitalizminin de fiili sahibi olduğu uzun dönem. Şunu herkese öğretmiş olmalıdır: Kapitalizm gelişmesini yayılarak perçinler. Yayılma ve perçinleme “kolonizasyon”la olur. Kapitalizmin “olmazsa olmaz”ıdır. Koloniler “merkez”in haklarına sahip değildir. Onlara “yardım” edilir. 1943’te, Hindistan’ın büyük Bengal bölgesinde yaşanan büyük açlık ve bundan türeyen ölümcül hastalıklar çarpıcıdır. Orada üç milyonu aşkın Hint öldü. Niçin? Nobelli (1998), Bengal doğumlu iktisatçı Amartya Sen ve birçok araştırmacı yıllarca bunun üzerinde çalıştı. Özetle şu açığa çıktı: Toprakta nem eksikliğinden, hasadın zayıflığından doğan bir kıtlık olmamıştı. Mahsul yeterliydi. İngiliz yönetimi mahsulün önemli bölümünü Akdeniz başta, İmparatorluk kuvvetlerine fazla, fazla ayırmıştı. Bengal’de kıtlaşan stokların fiyatı artmış, Hintlere gıda yardımı (“entitlement”) devede kulak kalmıştı. Buna, Churchill’in Hintlere ters bakan tutumu da eklenmişti. 1942’deki ifadesiyle, “Sevimsizdirler. Tavşanlar gibi çoğaldıkları için kıtlık yaşıyorlar!” demişti.

KOLONİZASYON

İngiltere orada kolonizasyonu zorla, işgal yönetimiyle yapmıştı. Acaba iş tarihte mi kaldı? 20. yüzyılda kapitalizmin ana yurdu Amerika’ya dikkatle bakalım. Ana model. Ayrıntıya burada giremeyiz. Yönetimindeki insanları İngilizin Hintleri gibi dışlamıyor. Onları piyasaya vererek kendi içinde, denetiminde tutuyor. “Modern kapitalizm” kolonizasyonu önce kendi içinde yapıyor. İşin püf noktası “razı olan insan”ı yaratabilmesidir. Bengalli “yardım alma hakkı”na (kâğıt üzerinde “entitlement”a) gerçekte sahip değildi. 21. yüzyılın Amerika merkezli kapitalizminde “razı olan insan”a ise bir tür “borçlanma hakkı” verilmiştir. Toplumsal haklarından vazgeçtikçe borçlanarak piyasalarda satın alma gücüne sahip olacaktır. Kapitalizme özgü bir tür “sosyal takas”! Yaşamı bununla şekillenmiştir. 

Bu modelin içinde yatan kolonyal bakışın dört dörtlük bir örneğini Amerika’nın ilginç başkanlar koleksiyonunun mümtaz bir siması olan G. W. Bush Jr. vermişti. 2005’te, Katrina kasırgası başta New Orleans, ülkenin güneydoğusunu fena vurdu. Kapitalizmin daima geri bölgeleri vardır, olacaktır. Görece yoksul New Orleans da böyledir. Kasırgada yüzde 80’i sular altında kaldı. İki bin civarında can kaybı oldu. Bush Jr. kasırgadan sonra oraya gitti ama uçaktan inmedi. Uçaktan aşağıya baktı. Tam kolonyal bakış! Bakıp geri döndü. New Orleanslılar Bush’u uçaktan yıkımın ortasına indirecek bir toplumsal hakka sahip değildiler.

“Razı olan insan”ı yaratan, onu piyasalarıyla kapsamında tutan model son 30 yılda dünyaya yayıldı, yerleşti. Biz de son 20 yılda bu “reel kapitalizm”i yaşıyoruz. Başka görüntülerle (dinin kullanılması gibi) perdelenmesi özündeki “cevher”i değiştirmiyor. “Razı olan insan”ın yaratılışını, onun borçlanarak kendisi için yepyeni şeylerle tanışmasını, onlarla özdeşleşmesini yaşadık. Öğrenmiş olmalıyız. Yeniden anlatmak gereksizdir. “Razı olan insan”a konutu, sağlık hizmetini, çocuğunun eğitimini “satın alabilir” olanağını veriyorsunuz. Borçla. Otoyu ve Iphone’u da. Ve Iphone’u aldıktan sonra “Ne güzel! Her şey var. Eskiden bunlar yoktu” diyecektir.

BARINMA

Nüfusumuz yılda ortalama bir milyon artıyor. Ve bir milyon genç de evlenme yaşına giriyor. Bu gençler nerede oturacaklar? Toplum çapında planlamayı şart kılan bu sorunun karşılığı uzun süredir piyasalaştırılan gayrimenkul ve konut inşaatı alanında odaklanıyor. Bu alan sermaye sınıfına yeni yeni katmanlar ekleyen, sermaye ile özdeş siyaset için de en bereketli kaynağı yarattı. Ve 6 Şubat gösterdi ki insanlar için en ağır yıkımı yarattı. Türkiye’nin kapitalizmi devleti toplumdan ayırıp kendine çektikçe insanlar yalnızlaştılar. Yine 6 Şubat gösterdi ki bir konutta oturmaya mecbur olan ve sayıca gitgide artan insanlarımız içine girecekleri yapıları hakkıyla denetleme gücüne sahip değiller. Kendileri için yaşamsal olan bu alana giremezler. “Güvenli barınma hakkı” ellerinde değildir. Sermaye, devleti kendine çekme gücüne sahip olunca, kârları ve siyaseti birleştiren bu en cazip alanda, yapı ve gayrimenkul sektöründe çoğalan bir güç yaratıyor. Bu sermayenindir ve denetim gücü ondadır. “Denetim”ini o örgütler. Bunu durduracak bir toplumsal güç ortada görünmüyor. Soma’da madenden çıkabilen işçiye kuyunun başında TV muhabiri “Yeniden madene inecek misin?” diye sormuştu. İşçi şöyle demişti: “Bankaya borcum var. İneceğim!” Herhalde ailece içine girecekleri mütevazı bir konutu banka borcuyla, yani piyasanın (finans ile inşaatın ortak piyasası) denetimine girerek alabilmişti. Konutun sağlamlığını, piyasanın “güvence”sini sorgulayabilir miydi? Denetleyebilir miydi? “Razı olmama”yı aklına bile getiremezdi. Kapitalizmin kolonizasyonu o işçiden başlıyor.

GENÇLİK, ÜNİVERSİTE, BİLİM

6 Şubat’ta devletin refleksi gecikirken toplumda bir refleks doğdu. Gençlerin refleksi. Felaketin büyüklüğünü hemen anında hissederek adeta antik bir trajedide yıkıma çaresizce, ama olabildiğince karşı koyabilmek için gençliğe özgü bir kolektif güç toplama çabası. Volkan Demirel’in ağlayarak haykıran sesi belki bunun simgesidir. Gençler, üniversiteden başlayarak büyük bir olgunlukla, ama sessizce ama içinde bir öfkeyi taşıyan sessizlikle kendiliklerinden örgütlendiler. Belki birbirilerini tanımıyorlardı. Gündüzü geceyi ayırmadan uzun, kopmayan kuyruklarla daha önce görülmemiş bir yardım “toplumu” kurdular. Deprem bölgesine gittiler. Okullular, okulsuzlar hepsi vardı. Bunun kurmaylığını üniversiteli gençler yaptı. Bu felaket tablosundan gelecek için çıkarabileceğimiz tek ışık oldu.

Siyasal iktidar tabloyu farklı yorumladı. Gençlerin üniversiteden başlayan bu yaratıcı kapasitesinden ürktü. Üniversitelerde öğrenimi durdurdu. Gençleri oradan (sınırlı sayıda zorunlu dallar dışında) çıkardı; “ekrandan öğrenim”e havale etti. Üniversite yönetimleri buna bir şey diyemedi.

(Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi, deprem felaketinde yaşamını yitiren 35 akademik, 23 idari, 32 işçi/sözleşmeli personel ve 105 öğrenci için üniversiteye “hafıza anıtı”  yapacak.)

Dikkat çekicidir, Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi depremde büyük kayıp verdi. Öğretim kadrosu, öğrencileri, idari personeli ve çalışanlarıyla. Kayıplarını adlarıyla teker teker yazarak, bilim dünyamız için bir “acı anıt” dikmeyi düşündüklerini tahmin ediyorum. Gecikmeden. Türkiye’nin 200’ü aşkın üniversitesi içinde Hatay Üniversitesi’ne “bilim eli”ni uzatmış olanlar hangileridir? Bunu merak etmeliyiz. Ellerini uzatmayanlar varsa, “kuzuların sessizliği”ni mi yaşıyorlar?

Yaşananların bir başka boyutu düşündürücüdür. Üniversiteler, sadece yönetim katlarıyla değil, akademik kadrolarıyla da bir büyük felaket zamanında bilim dünyasına özgü bir yardım “toplumu” kurmayı, bunun zorunluluğunu hissediyorlar mı? Maddi yardım değil, bilim dünyasına özgü bir eylem.

Çünkü, üniversite bilim dünyasının ortak çatısıdır. Toplum belleğinin geçmiş ve gelecek sorumlusudur. Bir bilim çatısının yıkılmasından, oradaki insanların kaybından doğan hasarı ekonomik hasar terazisinde tartamayız. Bu belki iktisatçılarımız için de (Amartya Sen gibi) yeni, zorunlu bir ufuk istiyor.

YÜZLEŞMEK

Ağır travmalardan sonra yüzleşmek insanlığın, uygarlığın şartıdır. Günümüz siyaset ortamında, yaşadığımız modelin labirentlerinden çıkarak toplumu gelecek için düşündürecek bir yüzleşme yapılabilir mi? Düşünelim. Belki bir ilk adım toplumda acıyı en yakından yaşayanlarla başlar. Şöyle diyelim: İnsan kaybını en ağı yaşayan Hatay’dan başlayıp, can kaybı belgelenmiş elli bin kişinin adlarını taşıyan birer “acı anıt” tüm öteki il merkezlerine dikilmelidir. Öncülüğü kimler yapar? Yüzleşme hakkı, bilelim ki canlarını kaybedenlerindir. Şimdi, onları kucaklamayı bilecek insan çevresinindir. Ve ağır travmalarla yüzleşmeyi bilmek, anıtlaştırarak kayda geçirmek, unutmamak geleceğe bakabilmek için ilk sınavların başında geliyor. Doğru mu?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları