Bilsay Kuruç

Mustafa Kemal Yılı

30 Ekim 2023 Pazartesi

30 Ekim 2023 Cumhuriyetin ilk hükümetinin 100. kuruluş yılı. Mustafa Kemal Yılı bununla tamamlanıyor. Ne demek Mustafa Kemal yılı? Bir mücadeleden, yani Milli Mücadele’den ikincisine, topluma 20. yüzyılın kapısını açan mücadeleye geçme ve “bütüne erişme zamanı” demek. Kendi, özgün takvimini yaratarak. 

İÇ CEPHE, DIŞ CEPHE

Çağı okumayı bilen müstesna birikimin sahibi mücadelenin sahibidir. İstanbul’da demir atıp toplarını şehre çevirmiş İngiliz donanmasını görüp “Geldikleri gibi giderler!” dediği 1918 Kasım’ında şunu söylemiş oluyor: Çağın tek gerçeği devrimdir. Cumhuriyeti 100. yılında kavramanın anahtarı bu sade cümlededir. Toplumca var olabilmek ancak yeni bir çağa geçebilmenin mücadelesi ve devrimiyle olabilir. Koşullar ne olursa olsun.

Mücadele hep “ileri hareket”le beslenir. O da ciddi entelektüel kapasiteyle oluşan, irdelenen, doğrulanan devrimci siyasal damarla. Mücadelenin cepheleri olacaktır. İç ve dış cepheler. “Asıl olan dahili (iç) cephedir. Milleti esir ettiren dahili cephenin düşmesidir.” (Nutuk). İlk aşama Milli Mücadele’dir. Siyasal ve askeridir. Dış cepheye karşıdır. İç cephesi siyasaldır, “Sakarya”dan sonra “muhalif grup”la ortaya çıkar. 1922’nin ilk aylarında dış cephe (emperyalizm) “Sakarya”nın Mustafa Kemal’e kazandırdığı yeni siyasal gücü kesebilmek için bir “yapay barış taarruzu”na girişir. Bu sonuçsuz bırakılır. Sonra iç cephenin “muhalifleri” taarruza geçer: Ankara’da “ikili iktidar” yaratmak üzere 8 Temmuz’da TBMM Reisi Mustafa Kemal’in hükümet üyelerini ve başbakanı seçme hakkını, siyasal gücünü elinden alan bir yasa çıkarırlar. Ama Büyük Taarruz’un başlayacağını fark etmezler. Ordu iki ay sonra İzmir’e girince siyasal güç de artık fiilen Mustafa Kemal’de olacaktır. Askeri aşama tamamlanmış, siyasal devrim aşaması yani, Mustafa Kemal Yılı başlamıştır.

İzmir’e giriş dış cepheye karşı hareket alanını genişletir. Eylülde Trakya, boğazlar ve İstanbul meselesini gündem yaparak gerekirse yeni bir askeri harekâtla ilerleme kozu yaratılır, hamle yapılır. “Moral haklılığımız”dır. Emperyalizm çarpışmayı göze alamaz, oyun alanı daralır ve diplomasiyi teklif eder. Artık muhatap doğrudan İngiltere’dir. “Mudanya”ya mecbur kalmıştır. 29 Eylül’de Mustafa Kemal’in sırdaşı Garp Cephesi komutanı Mudanya’ya atanır ve 11 Ekim’de Mudanya Ateşkesi ile Trakya bize geçer. “Devrim”e doğru ilk dönüm noktasıdır. İngiltere Lozan kapısını açmak zorundadır. Tarih 28 Ekim. Ve Garp Cephesi komutanı şimdi Lozan’a atanacaktır. Devrim’e yürüyebilmek için orada lazım olan klasik diplomasi değil, barış yapmak için kılıç çekmeyi bilmektir. Şöyle denilebilir: Cephe karargâhı üç ay içinde Akşehir’den iyice öteye, Batı’da, Lozan’a taşınmıştır! Artık siyasal devrim aşamasının ağırlık merkezi olan tam bağımsızlık masaya yerleştirilmiştir. Demek ki “Lozan’da sekiz buçuk ay” Mustafa Kemal Yılı’nın en uzun meydan muharebesi yapılacaktır. Ve Lozan karargâhında kadrolar o süre boyunca Ankara ile (sadece Ankara ile) birlikte çalışarak “Yeni devlet nasıl kurulur”u tüm girdi çıktısıyla çalışacaklardır. “Yeni devlet önce emperyalizmle mücadele ederek kurulur”u arazide öğreneceklerdir.

İLERİ HAREKET

Ayrıntılara girmeyelim. Ana çizgi Lozan’la ilerleyip Cumhuriyete, yani “devrim”e varmaktır.  Mücadelenin iç ve dış cepheleri değişmez. Mustafa Kemal’in siyaset sanatının özelliği “devrim”e gidecek çizginin ivmelerini yakalayıp bir sonraki adımı atmaktır. Devrimci atılganlıkla dengenin nasıl harman edildiği, iç ve dış cephelerin eşzamanlı hamlelerinin nasıl bazen geçersiz kılındığı, bazen de ileri atılmak için basamak olarak kullanıldığı örneklerle Mustafa Kemal Yılı’ndadır.  

İç ve dış cepheler, devrimci çizginin güçlenerek ilerleyeceğini Mudanya’dan başlayarak iyice anlamışlardır. Ama nereye varacağını bilmezler. Dış cephe bir “Yumuşak Sevr” projesiyle işi kendi hesabına tatlıya bağlayacağından emindir. Bunun peşindedir (Adeta bugün gibi!). İç cephe “Eski hamam, eski tas”ın yeni bir ortamda projelendirilmesine “Varız!” için vardır (Adeta bugün gibi!). İki cephe de böylece Mustafa Kemal Yılı’nın ilerleyen hareketinde yerlerini alırlar. Beklenmeyen değil, beklenen “katkı”larını yaparlar! O yıl boyunca bu şekilde sert bir siyaset oluşur. Kitaba uygun mu? Evet. Çünkü çağın tek gerçeği olan devrim ikramla gelmez. Zedelenmeyen bilinçle gelir. 1922-1923 Türkiye’sinde ikram yoktur. Mücadele ile ilerleniyor. Kendi ivmesini yaratarak. Adeta bir diyalektikle.

Buradan bakınca yılın olaylarını anlamakta yanlışa düşmeyiz, sığlıkta kalmayız. Önce, dış cephenin İstanbul’u da Lozan’a davet etmesine karşı güçlü resti, 1 Kasım’da saltanatın kaldırılışını görelim. 1922 Aralık ayında, “Bir Halk Fırkası kurmayı düşünüyorum” dediği zaman kendisini mebus seçtirmemek için Meclis’te bir “İntihabı Mebusan” tasarısı hazırlanışını ve bunun püskürtülüşünü kolay anlarız. Bununla eşzamanlı, Lozan’da dış cephenin sertleşmesine karşı cebinden başkomutan sıfatıyla “sarı kart” çıkarıp, ordulara “Hazırlanın” duyurusunu ve hemen sonra, askeri görünen, gerçekte siyasal olan uzun yurt gezisinin de yorumunu doğru yaparız.

Devrim siyasal takvim ister. O takvim 1923 başlarında yeniden irdelenir, olgunlaşır. Bugün Cumhuriyetin eserlerini sıralamaktan önce kavranmaya muhtaç görünen şey bu oluyor: İradeyle Cumhuriyete varmanın takvimini yapabilmek. Ayrıntılarla bilinen gelişmeler “Nereye koysan olur” türünde parçalar değil, devrimci siyasal çizginin birbirini tamamlayan adımlarıdır. İradenin sürekliliği görerek anlaşılabilir. İzmir’de kadınları siyasete çağıran konuşması, İktisat Kongresi’nde Osmanlı’nın geçmişiyle hesaplaşması ve yeni ülke tasarımını anlatması öne çıkıyor. Nisandaki seçimle gelen yeni Meclis’in tarihi görevi de 24 Temmuz’da imzalanan Lozan’ı onayladıktan sonra 29 Ekim’de Cumhuriyeti ilan etmek olacaktır. Birbirine eklenerek düşününce, devrimci iradenin kesinti vermeyen “ileri hareketi” berraklaşır. Ekimin 29’una bununla varılıyor. Oradan geriye bakınca, 1923 Ekim’inin 1922 Ekim’ine göre nasıl büyük bir tarihi mesafeye ulaştığı görülecektir. Devrim çağının, “gerçek zaman”ın hakkı verilmiştir. 20. yüzyılın kapısından girilmiştir. Mustafa Kemal Yılı’nın devrimci siyaset ustalığı zaman ayarında şaşmamıştır. İç ve dış cephelerin son şaşkınlığını yaratmıştır. O şaşkınlık henüz sürüyor.

KİMLER YÜRÜYOR?

Yüzüncü yıldayız. Önce uzaktan bakalım, sonra yakına gelelim. Kapitalizm ilk büyük insanlık krizini, ağır yıkımla 1914’de başlatmıştı. Bugüne doğru bu “model”i büyüterek geldi. Bir yandan ağır yıkımı kendi için vazgeçilmez çizgi yaptı. Bir yanda da 30 yılda dünyada laboratuvarlar kurdu. Hemen her yerde. İnsanların kişiliklerini “bir örnekleştirme”ye büyük öncelik verdi. Düşüncede ve dilde tekdüze olmalıydılar. Kılık kıyafette ise kendilerini görüntüleme yarışı içinde alabildiğine çeşitlilikle coşmalıydılar. Çeşitlilik görüntüsü içinde tekdüzelik! Tek kalıp sözcüklerle konuşmalı, birbirilerini bunlarla anlamalı ve sürekli olarak yeni görüntüler aramalıydılar. “Küresel” laboratuvarlar bir örnek insanla işlemeliydi. Değişik iddialar doğmamalıydı. Depolitizasyonun kök hücresi oluştu. Depolitizasyon içinde siyaset “varmış gibi” görünecek, bu dokuya kolayca bir ekonomik modelin “implant”ı yapılabilecekti. Orada insanlar büyük görüntü çeşitliliği içinde “Serbestiz!” diyeceklerdi. Sadeleştirerek böyle sunulabilir.  Bilimsel anlatımı sosyologların işidir.  

Biz de o dünya laboratuvarlarından birindeyiz. Ekonomisi ve siyasetiyle son yirmi küsur yılda laboratuvar içinde konuşarak demokrasiyi arıyoruz. Yüzyıl öncenin Cumhuriyetinden epeyi uzaktayız. Hissediyoruz, tam anlayamıyor, anlatamıyoruz. Bazılarımız “Cumhuriyet böyle mi kutlanmalıydı?” diyor. Bazılarımız “Bizi kimse engelleyemez, kutlarız” diyor. Kutlamaya karşı olanları ise ilkokul çocukları bile biliyor.

Göründüğüne göre ortada sadece Cumhuriyetçi orta sınıf var. Sahipsizdirler, fakat samimiyetle yürüyorlar. Onların tanımı galiba sosyologlar için bile kolay değildir. Onları heyecanlarıyla, sürpriz gibi karşılıksız samimiyetleriyle tanıyabiliyoruz. Başka yürüyen var mı? Serzeniş için değil, saptamak için soralım: İşçi sınıfı Cumhuriyet için yürüyor mu? Nadide bir çağdaşlık belgesi olan 1961 Anayasası, işçi sınıfına Cumhuriyetin armağanı olarak tüm çalışma haklarını verdi ve onlar birer milyon kişilik yürüyüşler yaptılar. Başlarında temsilcileriyle. Şimdi temsilcileri ve işçi sınıfı Cumhuriyetin yüzüncü yılında yürüyor mu? 

Bağımsızlığın tek sahibi olarak 1920’de kurulan TBMM’nin geçtiğimiz yıllardaki üyeleri, 1918’de, o çatı altında korunan hakların azımsanmayacak kısmını bir makama devrettiler. 1920’den ve Mustafa Kemal Yılı’ndan uzaklaştık. Siyaset literatüründe “Sıfır Yılı” olarak geçen bir döneme girdik. Ekonomik analizin anlamsızlaştığı bir noktadır ve o noktada toplumun siyasal enerjisinin boşalmış olduğu berrakça görülebilir. Türkiye özelinde “ileri hareket”e karşıtlıkla elde edilen bir “hareketsizliğin yılı” denilebilir. Süresi belirsizdir. Mustafa Kemal Yılı’nı kavrayamıyorsak bu, “Sıfır Yılı”nda bulunduğumuzun farkında olmayışımızdandır. Siyaset topluluğu dışında kalan, “esamisi pek okunmayan” bir avuç, küçümen sosyalist partiyi (komplekssiz olanlarını) saymazsak, mevcut siyaset topluluğu yüzüncü yılda yürümüyor. Saptamak şarttır ki üzerinde düşünülebilsin.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları