Bilsay Kuruç

Yüz Yıl Sonra, 3 Mart 1340 (1924)

04 Mart 2024 Pazartesi

Halide Edib Adıvar İzmir’e girişi anlatıyor: “Sabahleyin saat dörtte Nif’teydik... Sabah kahvaltısında Mustafa Kemal Paşa, ‘Bugün İzmir’e gireceğiz’ dedi. Ben de dedim ki ‘Bir zafer alayında girmek istemem, teşekkür ederim. Ben sonra yalnız başıma gelirim.’ O amir sesiyle ‘Geleceksiniz, hanımefendi’ dedi. Öğle vakti zeytin dallarıyla süslenmiş beş otomobille İzmir’e hareket ettik. Askerler yanda yürüyorlardı... Şehrin kapısında bir süvari alayı bizi karşıladı. Romantik bir görünüşleri vardı. Dokuz gün at üstünde Yunan ordularının arkasında dövüşmüşlerdi. Bir an tehlikeden kurtulmamışlar, bir an dinlenmemişlerdi... Bir anda askerler kılıçlarını çektiler, iki tarafımızda kılıçları güneşte parlayarak yürüdüler... Bizim kafile İzmir rıhtımına varıp da denizin mavi suları görününce Mustafa Kemal Paşa’nın ‘İlk hedefiniz Akdeniz’dir!’ diye yapmış olduğu beyanatı düşündüm. Hakikat bu sular uğrunda ölmeye değer bir hedefti. Fakat Türk askerinin gayesi daha çok derin ve manidardı, su ile denizle münasebeti yoktu. O gaye, bir milletin yaşama arzusuydu.”

UYGARLIK HAKKI

Tarih 3 Mart 1924 (eski 1340). Günlerden Pazartesi. TBMM’de üç yasa teklifi var. Biri, Urfa mebusu Şeyh Saffet (Yetkin) Efendi ve elli üç arkadaşının “Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye haricine çıkarılmasına dair”, ikincisi, Siirt mebusu Halil Hulki (Aydın) Efendi ve elli yedi arkadaşının “Şeriye, Evkaf, Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâletinin ilgasına (bunun yerine Genelkurmay Başkanlığı’nın kurulmasına) dair” ve üçüncüsü, Saruhan (Manisa) mebusu Vasıf (Çınar) Bey ve elli yedi arkadaşının “Tevhidi Tedrisat” (Öğretim Birliği) hakkında teklifleri. Üçü de o gün yasalaşıyor.

Milletin yaşama arzusu Milli Mücadele’den geçip Lozan’a, oradan geçip Cumhuriyete erişmişti. Bütünlük içinde. Cumhuriyet o haklı arzuda vücut bulan iradedir. 3 Mart Pazartesi günü 20. yüzyılın kapısını açıyor. Toplum oradan, gecikmeden uygarlık adımlarıyla ilerleyebilmelidir. Üç yasa Cumhuriyetin devlettoplum diyalektiğini başlatıyor. Bunlara “Devrim Kanunları” denecektir. Şimdi, yüz yıl geriye bakınca “Toplumun uygarlık hakkı” demeliyiz. Laiklikle özdeştir. Milletin yaşama arzusu yerini orada bulur.

BÜYÜK HARİTALAR

Halide Edib’in baktığı yere emperyalizm de bakar. Orada kendine lazım bambaşka şeyler görmek için bakar ve görür. Gördükleriyle büyük haritalar yapar; içine “uygun tipler” koyar. İşi budur. Çünkü emperyalizm kapitalizmin ileri mertebesidir. Bir yere takılıp kalamaz.

Nereden başlayalım? Lord Curzon uygundur. Onu mesleğinin doruğunda, Lozan’da İsmet Paşa ile kapıştığı zaman tanıdık. Ama çok önceden, İngiltere’nin emperyalizme terfi edip “haritacılık”ta ustalaştığı zamanlarda sahneye çıkmıştı. Sahnede, sömürgeler imparatorluğu olarak, Çarlık Rusya’sına karşı Asya’da oynadığı “Büyük Oyun” vardı. 19. yüzyılın soluk kesen “Derbi”si! 

Curzon 1888’de, daha 29 yaşında, hırslı, sağcı milletvekiliyken Hindistan Genel Valisi olmaya kilitlenmişti. Kalktı St. Petersburg’da trene bindi, Moskova üzerinden önce Bakû’ya, oradan Orta Asya’ya, Göktepe, Aşkabad, Merv, Buhara ve Semerkand’a gitti. Birkaç kez gitti geldi. Notlar tuttu, kitap yazdı: “Russia in Central Asia and the Anglo-Russian Question”. Kısaca, Orta Asya’daki Rusya. Şöyle diyor: “Türkistan, Afganistan, Kafkasya, ‘Persia’... Çoğu kişiye bu adlar uzaklık duygusu verir... Bence, üzerinde dünya egemenliğinin oynandığı bir satranç tahtasının taşlarıdır.” Ne güzel!

Ve strateji öneriyor: “Ortadoğu’da Müslüman devletlerin birbirine eklendiği bir ‘rabıta zinciri’ (‘nexus’) yaratmalıyız!” Bu İngilizler ne kadar da ileri görüşlü(!) Büyük haritacılıkla mesafe alıyorlar. Siyaset bu zeminde kurgulanır. Fazlasını merak eden okurlar, yine sağcı bir milletvekili olan Sir Mark Sykes’ın 1914’te “Türkiye bitmiştir” diye başlayarak Fransız Picot ve Çarlık Rusya’sının Sazonov’u ile yaptığı, daha sonraki Sevr’in esası olan gizli anlaşmanın heyecanlı seyrini inceleyecekler. Bu İngiltere’nin Büyük Ortadoğu Projesi’dir (BOP). 1920’nin yazında, “Artık Türkiye yoktur!” diyerek günün başbakanı Lloyd George noktayı koyacaktır. Ancak, az sonra Halide Edib orada, İngilizin hesabında olmayan bambaşka bir şey görecektir!

EHLİYETİ HEMEN ALABİLİR MİYİZ?

Helmut Sonnenfeldt 1926’da Berlin’de doğdu. 1944’te Amerikalı oldu. Zeki, çalışkan, kapasiteli ve sağcı idi. ABD’nin “derin devlet” sayılan kurullarında uzun yıllar özellikle Sovyetler ve Doğu Avrupa hizmeti verdi. Kissinger’la yakın çalıştı. Ona “Kissinger’ın Kissinger’ı” da dediler. 1970’lerin başında, bizleri de ilgilendirecek bir gözlem yaptı: “Sovyetler’de kamyon şoförlüğünü bir Rus bir günde öğreniyor, bir Müslüman ise beş günde. Orada bir ‘Yeşil Kuşak’ örmeliyiz!”

Biliyoruz, emperyalizm “sıkletleri”nde 1940’lardan başlayarak ABD “baş”a çıkmış, İngiltere “baş altı”na inmişti. Büyük haritalar alanı artık önce onun işiydi (İngilizler alanı terk etmeseler de). Soğuk Savaş yıllarında Batı Avrupa ve Latin Amerika ABD’ye ait oyun alanlarıydı. Latin Amerika “darbecilik” için en kullanışlı saha idi. Ana kurgu devlet yönetimlerini devirmekti. Brezilya, Arjantin, Şili’de pratik yaptılar. Küçükleri saymayalım. 

Sovyetler 1990’da sahneden çekildikten sonra emperyalizmin oyun alanı genişleyiverdi. Curzon’ın yüz yıl önce dillendirdiği “satranç tahtası”, ilginçtir, yüz yıl sonra hemen aynı başlıkla, aynı meramla bir başka derin devletçi “stratejist”in kitabına başlık oldu: “Büyük Satranç Tahtası” Yazarı Polonya’da doğup sonra Amerikalı olan Zbigniew Brzezinski. Emperyalizmin atardamarı dünya haritasından hep “gıda” almak zorundadır. 

Genişleyen oyun alanında önemli bir yenilik “Yeşil Kuşak” bakışının eski Sovyet haritasında tümüyle yok olmasa da artık Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya indirilişiydi. Bölge yeni büyük haritanın önemli ağırlık merkezi oluverdi. Darbeciliğe elverişli hale geldi. Projelendirildi, başlığı “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) oldu. Kısa sürede “tayinleri” ve pratiği yapıldı. Bu BOP 2.0 idi. İlkini 1915’in SykesPicot’su ve resmi başlığıyla Sevr olarak biliyoruz.

Yeni ve bereketli bir alan da Doğu ve Orta Avrupa’da açıldı. Emperyalizm sömürgecilik pratiğini artık geride bırakmıştı. Geçen yüzyılın başlarında “nüfuz bölgeleri” pratiğine geçmişti. Buna 1990’dan sonra son vermemiş ama yeni bir pratikle zenginleştirmişti: karşıdevrimcilik. Rejimini beğenmediği ülkelerde bir “karşı madde” keşfedip, bunu besleyip büyüterek toplumun dokusunu hedef almak, dejenere etmek ve buradan hareketle rejimi değiştirmek. Değiştiremezse, yapılarını, kurumlarını karşıdevrimle yıkarak “aciz devlet”e dönüştürmek. Son otuz yılın tablosunda bu var. Kısaca, emperyalizm ve yavrusu karşıdevrim gözünü topluma dikmiştir. Toplumu “zapt etmeye” girişiyor.

CAN DAMARI

3 Mart 1924 sayesinde anlıyoruz ki milletin yaşama arzusuna vücut veren irade bir can damarından beslenecektir: laiklik. Bu damar toplumun kişiliğini besler; takviye eder; haklarına sahip olabilmesini, onları perçinlemesini böylece devletin de gelecek yüzyılların yolunu açabilmesini sağlar. Çünkü hukuk diliyle söylersek toplum asildir, devlet vekildir. Cumhuriyete ileri hareket veren diyalektik bu can damarından beslenerek gelişir.

Karşıdevrim emperyalizmin yavrusudur. Düşünenler, geçtiğimiz yılların seyri içinde şunu görmekte güçlük çekmemişlerdir: Türkiye coğrafyası, emperyalizmin haritaları içinde, karşıdevrimle “Yeşil Kuşağın” örtüştüğü alan olarak seçilmiş görünüyor. Emperyalizmin seçtiği hedef öncelikle toplumdur. Yani, asil olan unsurdur. Cumhuriyetin toplumunda laiklik, yani can damarı daralırsa haklar alanı daralır. Toplum soluk almakta zorlanır ve eğer yön duygusunu yitirirse yozlaşmaya başlar. Karşıdevrimin emperyalizm hesabına “misyonu” kısaca budur. Toplumun can damarını zedelemek, kabilse kesmek ve devleti toplumdan gelecek ileri hareketten yoksun kılmak.

MUHAFAZA VE MÜDAFAA ETMEK!

3 Mart 1924, o günün köylüler ülkesinde “uygarlık hakkı” getiren üç yasayla topluma can damarı verdi. Zamanı gelmişti. Cumhuriyet, “Milletin yaşama arzusu”nun ne demek olduğunu doğru anlamıştı. 3 Mart bunu gösterdi. Gecikmedi. Emperyalizmin bu ana damarı tıkamak için uğraşacağını, “karşı maddeler”i, karşıdevrim elemanlarını kullanacağını bilmiyor muydu? Bildiğini kısa sürede berraklıkla gösterecek. Sözü eğip bükmeyecek

Cumhuriyetin ilanından henüz dört yıl geçmişken 1927’de uzun bir “Nutuk”la her şeyi anlatmak ve hesaplaşmak gösterir ki mücadele devam etmektedir ve devam edecektir. Nutkun sonunda çarpıcı biçimde vurgulanan budur. Cumhuriyetin “muhafaza ve müdafaası” baş görev olacaktır. “Koru!” diyor. Kimin görevi? Düşünelim. Devlet katının mı, ordunun mu, Emniyet’in mi? Hiçbirinin! Ya kimin? Gençliğin, yani toplumun en zinde öğesinin! Yine düşünelim: Dünya haritalarının sahibi emperyalizmin, karşıdevrimi toplumun yaşama arzusunu söndürmek için seferber etmesi rastlantı mı? 3 Mart 1924’ten yüz yıl sonra bir daha düşünelim.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları