Olaylar Ve Görüşler

Türk siyasetinin kronikleşmiş sorunları - Prof. Dr. Necmi YÜZBAŞIOĞLU

04 Aralık 2023 Pazartesi

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken Türkiye’nin insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti ölçekleri bakımından içine düştüğü hazin durumun ve son seçimler ile halkoylamalarında ikiye bölünmüş bir toplum görüntüsünü yaratan kutuplaştırmanın nedenlerini ve sorumlularını sorgulamak gerekir. Kanımca bütün bu sorunların ana kaynağı, Türkiye’de ve özellikle Türk siyasetinde “yöneten demokrasi” anlayışının benimsenememiş olmasıdır. 

Siyaset bir yönetme sanatı olduğuna göre, demokrasiyle yönetememe sorununun birinci derecede sorumlusu da iktidar ve muhalefetiyle siyaset kurumudur. 

YÖNETEMEME SORUNLARI

Türkiye’nin fiilen çok partili siyasi hayata geçtiği 1950’den bu yana 70 yılı aşkın süre geçmiştir. Bu süre içinde Türkiye iki askeri darbeye (1960 ve 1980), bir askeri muhtıraya (1971) ve bir başarısız darbe girişimine (2016) maruz kalmıştır. Bunun, sivil siyasetin ve demokrasinin vazgeçilmez aktörleri siyasi partilerin kurumsallaşamamasında kuşkusuz büyük etkisi olmuştur. 1982 Anayasası özellikle ilk metni ile, Milli Güvenlik Kurulu üzerinden askeri yönetime ortak ederek esasen askeri vesayeti kurumsallaştırmıştır. 28 Şubat süreci de bunun tezahürüdür. Bu noktada Türkiye’de askerin bazı Güney Amerika ve Afrika ülkelerinde olduğu gibi yönetime keyfi müdahalede bulunmadığının da dikkate alınması gerekir. Gerek 27 Mayıs 1960 öncesi gerekse 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye oldukça ciddi insan hakları, demokrasi ve yönetememe sorunlarıyla karşı karşıyadır. Elbette ki bu sorunlar askeri darbelere haklı sebep olamaz; ancak sivil siyasetin de ülkeyi demokratik ortamda yönetme ve yönetebilme sorumluluğu vardır. Bu sorumluluk, yöneten demokrasinin gereği olarak, ülkeyi darbelerden koruma ve askeri sivil otoriteye tabi kılmayı da kapsar. 

Türkiye’de sivil/asker ilişkileri Osmanlı devletinden bu yana Batı demokrasilerinden farklı gelişmiştir. Çünkü, Batı demokrasilerinde toplumsal dönüşümler ve anayasacılığın gelişmesi tabandan gelen taleplere, sınıflı/örgütlü topluma dayanırken geri kalmış ülkelerde olduğu gibi bizde de modernleşme ve çağdaşlaşma arayışıyla, yukarıdaki asker/sivil bürokrat elit kesimden gelmiştir. O elit kesimin öncülüğünü de uzun süre askerler yapmıştır. 

Bunu, meşrutiyet dönemleriyle Cumhuriyetin ilk yıllarında açıkça, sonrasında da örtülü olarak görmek mümkündür. Bu tarihsel asker/sivil bürokrat işbirliği geleneğinden olacak ki sivil siyaset askeri vesayetten kurulmak için ciddi bir mücadele vermemiştir. Hatta, konjonktürel olarak işine geldiğinde askeri vesayeti kullanmıştır. 

ANAYASAL DÜZEN

Sivil siyasetin cumhurbaşkanı seçimlerinde asker adaylar göstermesi ve askerler üzerinde uzlaşabilmesi bunun tipik örneğidir. Yine, bu tarihsel gelenekten olacak ki asker başta laiklik ve ülkenin bütünlüğü olmak üzere anayasal düzenin korunması konularında duyarlı olmayı, hatta gerekirse siyasete müdahale etmeyi kendisine görev addetmiştir. 

Türkiye’nin Batı toplumlarından ayrıldığı bir başka özelliği de siyasi partilerin toplumdaki sınıfsal temellere dayalı kurulup örgütlenmemiş oluşlarıdır. 

Devleti kuran CHP, toplumdaki sınıfsal farklılıkları reddederek toplumun tüm kesimlerini kucaklayan bir anlayışla örgütlenip faaliyet gösterme çabası içinde olmuştur. Halkçılık ilkesi bunu açıkça ifade eder. Bu yaklaşım tek parti döneminde olağan görülebilir. Ama Türkiye çok partili siyasi hayata geçtiğinde partilerin toplumda sınıfsal karşılıklarının olması gerekirdi. Fakat, başta DP olmak üzere daha sonra kurulan, iktidar ya da iktidara ortak olan diğer partilerin de sınıfsal karşılıkları olmamıştır. 

Bunun içindir ki bugün de partiler sınıfsal temelleriyle değil, daha çok milliyetçilik, muhafazakârlık, dindarlık, laiklik gibi etnik, dinsel, kültürel aidiyet ve kimlikleriyle görünür olarak halktan destek istemektedirler. Batı’da siyasi partiler, toplumdaki farklı kimlikleri ortak sınıfsal çıkarları doğrultusunda birleştirip bütünleştirirken bizde siyasi partiler kültürel kimlikler üzerinden adeta toplumu ayrıştırmaktadır. Bu da çoğunluğu Türk-Sünni Müslüman olan Türkiye’de, bu kimlik üzerinden siyaset yapan sağ partilere büyük avantaj sağlamaktadır. 

Bu blok içinde yer alan partilerden daha geniş tabanı olan sağ partiler, tek başına iktidara gelebilmek ve iktidarda kalabilmek ya da sağ ittifakları ayakta tutabilmek için, başta laiklik olmak üzere demokrasinin temel değerlerinden ödün verebilmektedirler. Hatta bu yolda dini siyasete alet etmeyi olağan hale getirebilmektedirler. Bu da giderek toplumu kutuplaştırdığı gibi, başta laiklik olmak üzere, Cumhuriyetin temel değerleri yönünden toplumun diğer kesimlerinde haklı kaygılara yol açmaktadır. Nitekim, Türkiye’deki askeri müdahalelerin arkasında bu duyarlılıklar da vardır. 

SOL PARTİLER

1960 öncesi DP iktidarı, 1980 öncesi Milliyetçi Cephe hükümetleri, 28 Şubat 1997 sürecinde Refah-Yol koalisyonu, ikinci döneminden itibaren AKP iktidarı bunun örnekleri olarak gösterilebilir. 

Bu noktada bir diğer tespit de demokrasi ile yönetmeye çalıştığımız 70 yılı aşkın süre içinde, darbe dönemleri hariç hep sağ partilerin iktidarda olduklarıdır. Sol partiler hiçbir zaman tek başına iktidar olamamış, farklı zamanlarda ve kısa sürelerle iktidar ortağı olabilmişlerdir. 

Askeri müdahalelerin ya bir sağ partinin tek başına iktidar olduğu (1960’ta DP, 1971’de AP) ya da sağ koalisyonların iktidarda olduğu (1980’de Milliyetçi Cephe, 1997’de Refah-Yol) dönemlerde yapılmış olması da dikkate alınması gereken bir başka husustur. 

Bütün bu somut veri ve tespitler bize, Türkiye’nin Cumhuriyetin 100. yılına düşük profilli insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti standartlarıyla girmesinin ve toplumun yarısının huzursuzluğuna sebep olan kutuplaştırmanın birinci derecede sorumlusunun, 70 yıldır iktidarda olan sağ partiler olduğunu göstermektedir. Bu partiler iktidarda iken demokrat olamamış, demokrasilerin olmazsa olmazı uzlaşma, ödünleşme kültürünü benimseyememişlerdir. Bu noktada Türkiye’nin öncelikli ihtiyacının, Cumhuriyetin temel değerlerini özümsemiş ve iktidardayken de bunlara sadık kalacak merkez sağ partiler olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

LAİK VE ULUS DEVLETE DÖNÜŞME

Kuşkusuz, başta Cumhuriyeti kuran CHP olmak üzere Türkiye’de sol yelpazede siyaset yapan partilerin de yetmiş yıldır iktidar olamayışlarını öncelikle kendilerinin sorgulamaları gerekir. Keza, parti içi demokrasinin yokluğunun kanayan yaraya dönüştüğü Türk siyasetinde, kendi örgütleniş ve işleyişlerinde demokrasiyi hazmedememiş siyasi partilerden Türkiye için demokrasi umut etmek, ayrı bir soru işareti olacaktır. 

Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin geçtiğimiz yüzyıl içinde, hilafetli/çokuluslu bir imparatorluktan laik/ulus-devlete dönüşmenin sancılarını yaşadığı da göz ardı edilmemelidir. Nitekim, Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze kadar bunun izlerini, zaman zaman travmalarını görüyoruz. Askeri müdahaleler, kapatılan siyasi partiler ve Cumhuriyet tarihinde sıkça ve uzun sürelerle yaşadığımız olağanüstü yönetimler bunun açık göstergeleridir. Bu dönüşüm sürecinde direnmeler ve zaman zaman kırılmalar, Türkiye’de iki temel fay hattına işaret etmektedir. Bunlar laiklik ve ulus-devlet yapılanmasıdır. 

Kapatılan çok sayıda siyasi partilerin kapatılma sebebi laiklik ya da ulus-devlet karşıtlığıdır. 20 yıldır iktidarda olan AKP’nin, 2008 yılında açılan kapatma davasında, Anayasa Mahkemesi’nce laiklik karşıtı fiillerin odağı haline geldiğinin tespit edilerek devlet yardımından yoksun bırakılması; ulus-devlet yapılanmasına karşıtlıkları sebebiyle selefleri kapatılan HDP’nin kapatılma talebiyle Anayasa Mahkemesi’nde yargılanıyor olması, bu iki fay hattının canlılığını sürdürdüğünü göstermektedir. Kuşkusuz, bu sorunların hâlâ aşılamamasında Türkiye’nin bulunduğu kritik coğrafyanın ve bundan kaynaklanan dış etkenlerin de payı vardır. Ancak, bunun ana sebebi Türk siyasetinde kutuplaşma kültürünün hâkim olmasıdır. Bu sorunların iç ve dış etkenlerini kurutacak olan Türk siyasetinde olması gereken uzlaşma ve ödünleşme iklimidir. Bunun yolu da siyaset kurumunun, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü etkin kılacak bir anayasal düzen içinde, uzlaşma ve ödünleşme kültürüyle ülkeyi yönetmesidir. 

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER

Türkiye’nin Cumhuriyetin ikinci yüzyılına dönük önceliğinin, insan haklarını, demokrasiyi, hukuk devletini etkin kılacak, onun zeminini ve iklimini oluşturacak, nitelikli bir toplumsal mutabakat ile yapılacak yeni bir anayasa olduğunu da vurgulamak gerekir. 1982 Anayasası bu bakımlardan daha baştan sorunlu idi. Anayasada 19 kez değişiklik yapıldı. Bunlardan 2004’e kadar yapılan değişikliklerin olumlu yönde oldukları kabul edilebilir. Ancak, 2007, 2010 ve özellikle de 2017’de yapılan değişikliklerle gelinen “tek adam” rejimi ile Türkiye’nin anayasasızlaşmaya sürüklendiği söylenebilir. Anayasalar temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan ve bunun için de siyasal iktidarı sınırlayıp kurumsallaştıran hukuki metinler olarak tanımlanır. 

Nitekim, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde, “Bir ülkede temel hak ve özgürlükler güvenceye alınmamışsa ve kuvvetler ayrılığına yer verilmemişse o ülkenin anayasası yoktur” denmektedir. Yürürlükteki tek adam rejiminde kuvvetler ayrılığının kalmadığı, bütün devlet gücünün tek adam üzerinde toplanıp işlediği, onu sınırlayacak bir gücün olmadığı, beş yıllık uygulamada açıkça görülmüştür. Böyle bir düzende temel hak ve özgürlüklerin de “tek adam”ın keyfiyetinde olduğu ve olacağı aşikârdır. Cumhuriyetin 100. yılına böyle bir tablo ile girmek kuşkusuz oldukça hazindir. Bu tabloyu değiştirmek ise başta siyaset olmak üzere herkesin öncelikli sorumluluğudur. 

Son olarak, Cumhuriyetin 100 yıllık kazanımları da hatırlatılmalı ve asla karamsar olunmamalıdır. Bütün bu sorunlara rağmen Türkiye Cumhuriyeti bu coğrafyada laik/ulus-devlet olarak ayakta kalabilmiş ve 100. yıl kutlamalarında halkımız Cumhuriyete yürekten ve coşkuyla sahip çıkmıştır. Bu, Cumhuriyetin ikinci yüzyılı için çok önemli bir kazanım ve umut kaynağıdır.

PROF. DR. NECMİ YÜZBAŞIOĞLU

ANAYASA HUKUKÇUSU



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları