Olaylar Ve Görüşler

Türk, Türkiye, Türkiyeli - Salih ÖZBARAN

28 Eylül 2023 Perşembe

Son zamanlarda, daha doğrusu kimilerinin gerek duyduklarında, kullanmak istedikleri “Türk” ve “Türkiyelilik” üstünedir bu yazım. Tarihçi olarak böyle bir keyfiyete müdahil olmak için yazdım bu satırları. Cumhuriyet’te 4 Mayıs 2023 tarihli yazımda Bozkurt Güvenç’in belirttiklerini, böyle nazik bir konuda 1993 yılında yazdıklarını belleğimden çıkarmadığımı öncelikle dile getirmek isterim: “İnsanoğlunun kendini, kimliğini araması günümüzün olgusu, ama bu pek de gelip geçici bir modaya benzemiyor”. Gerçekten, onun 30 yıl önce yazdıkları günümüzde yeni sorgulamalarda anlam kazanıyor. Ama “Türkiyelilik” modası tarihsel bir zemine oturmuyor, Güvenç’in kimlik tanımlarında vurguladığı özellikleri taşımıyor. Günümüzde uygulanan anayasanın değiştirilmesine yönelik partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 13 Eylül 2023 tarihinde gündeme taşıdığı “çeşitlilik” kavramı ise Osmanlı’yı hatırlatıyor bana.  

KİMLİK VE AİDİYET         

Her şeyden önce dile getirmek isterim ki ben “Türkiyelilik” tanımı ile ne ifade edilmek istendiğini bir türlü anlamadım, anlayamıyorum. Bu terimi tarihçi dünyamda gezindiğimde bir yere oturtamıyorum; neyi ifade ettiğini veya edebileceğini tarih edebiyatı içinde aradığımda bulamıyorum. Yeni yeni -ya da yakın geçmişte- dillendirilmiş olduğunu kabullensem bile, söz konusu tanımlamanın “Türk” sıfatının ırkçılığı çağrıştırdığı için mi, yoksa Türkiye’nin sahibi sayılan vatandaşlarımızın kimlik/aidiyet (veya “alt kültür” tanımlaması gereği) tercihlerinde farklılıklar gösterebilecekleri için mi kullanıldığını kestiremedim, kestiremiyorum. Çeşitlilik tanımıyla anayasada Türk ve Türkiye’nin ne tür yan başlıklarla zenginleştirilebileceği konusunda hiç fikrim yok.   

ÖNCE BİR TARİH GEZİNTİSİ

Öncelikle, tarihçilerin “tarih” olarak belirledikleri geçmişe kısaca göz atayım; “Türk”ün kimler tarafından ve hangi coğrafyalar içinde imgelendiği veya tasavvur edildiği hususunda ve bir gazete yazısının elverdiği ölçüde açıklamaya çalışayım; binyıllar öncelerine gitmeden. 

16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun okyanuslara açılmaya çalıştığı evrelerde Batı Avrupa’dan yayılan Portekiz İmparatorluğu’nu aldığım doktora tezim gereği anlamaya çalışırken o dünyada yer etmiş Türk kimliği yanında “Rumi” tanımlamasıyla da sıkça karşılaşmıştım. Avrupalıların isim babası sayılan “Turc”, “Turco”, “Turquia”, “Turkey” vb. tanımlamalar yanında “Rumi/Rumes” sözcüğü hemen dikkatimi çekmişti. 

Öte yandan Türk, Türk-İslam, Arap, Osmanlı ve başka dünyalarda gezinirken Türklüğün ve Rumiliğin nasıl algılandığının peşine düştüm. Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık’ın Arap topraklarında, İran’da, Orta Asya ve Uzakdoğu’da yayılmış olan ve Osmanlı İmparatorluğu için kullanılan “Rumi” tanımının içinde ne denli “Türk”ün ifade edilmiş olabileceğini kaynaklarına ulaşarak belirlemeye çalıştım. Cemal Kafadar’ın “Rumi Türk olmak aynı zamanda İslam uygarlığının bir yandan yeni bir bölgede kendi yaşam 

biçimini oluşturan diğer yandan rakip bir dinsel-uygarlığa yönelişte siyasal egemenlik kurmak” tanımının uygun olabileceğini düşündüm. Bu arada Bernard Lewis’in Osmanlıların resmi dilinin Türkçe olmasına rağmen kendilerine Türk demediklerini, Türkiye sözcüğünün 12. yüzyıldan itibaren Avrupa’da kullanılageldiğini not ettiğini hatırladım; imparatorluk yönetimindeki coğrafyaya “Memalik-i İslam” (İslam ülkeleri), “Memleket-i Rum” (Romalılardan miras kalan ülke), hanedana ise “Al-i Osman” hatırlatmasını düşündüm (S. Özbaran, Bir Osmanlı Kimliği, Kitap Yayınevi, 2004, s. 52 vd.).   

VE ARDINDAN KİMLİK TANIMLAMASI

Nuri Bilgin, ustaca yazdığı kitaplarında “evrenselcilik ve farkçılık arasında yaptığımız tercihlerle yakından ilişkili” olduğunu ve “insanın kendi gözünde ve diğerlerinin aynasında nasıl gördüğünü ifade eden” biçiminde tanımlamıştı kimliği. Tayfun Atay ise “kültürleşme” (acculturation) ile açıklamıştı onu. Öte yandan Zafer Toprak, Atatürk’ün -Çankaya’daki birikimini temel aldığı kaynakları da kullanarak Atatürk’ün ortaya koyduğu “hukuk devleti” kimliğini hatırlattı bizlere; devlet ve yurttaş arasındaki ilişki kuran demeçlerini dile getirdi. Yalnızca 1931 yılındakiyle yetineyim bu yazımda:

HUKUK DEVLETİ

“Vatandaşlar bilmelidir ki vicdani ve fikri hürriyet vardır. Fakat nihayet bunlar sınırsız değildir. Ferdi hürriyet karşısında fertlerin hepsinin kurduğu, dayandığı bir devlet, devletin de idaresi, hâkimiyeti vardır. Fertlerin hürriyetini korumakla vazifeli olan insanların diğer taraftan devletin de felçli bir hale gelmemesine çok dikkat etmeleri lâzımdır...” (Toprak, Atatürk: Kurucu Felsefenin Evrimi, İş Bankası, 2020, s. 29).

Anayasada çeşitlilik aramaya kalkanlar yüzyılların birikimi sayılan Türk kimliğindeki kapsayıcılığı unutmamalılar; onun ırkçılığı/dinbazlığı reddettiğini, kültürleşme yolunu açtığını ve çağdaş değerlere dayandığını bilmeliler. Son çeyrek yüzyılda Atatürk’ün özlediği “hukuk devleti”nin ne duruma getirilmiş olduğunu -sorumluluk taşıyarak- fark etmeliler.              

SALİH ÖZBARAN

EMEKLİ TARİH PROFESÖRÜ



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları