Ayşe Kulin'den 'Kanadı Kırık Kuşlar'

Ayşe Kulin, yeni romanı “Kanadı Kırık Kuşlar”da, 1930’lardan 2000’lere uzanıyor. Kulin’le, Hitler Almanyası’ndan kaçıp Türkiye’ye sığınan bir aile üzerinden tarihsel gerçeklikleri, aynı kalan ya da değişim gösteren toplumsal dinamikleri kurguyla birleştirdiği kitabını, geçmişi ve bugünü konuştuk.

Yayınlanma: 09.12.2016 - 12:06
Abone Ol google-news

'Fena halde alışmaya başladık'

 
- Romanlarınızın çoğu, bütünüyle kurgudan oluşmayıp tarihsel araştırmalara da yaslanıyor. Kanadı Kırık Kuşlar, bunun son örneği. Böyle bir romanı yazarken nasıl aşamalardan geçiyorsunuz? Zor olmalı...
 
- Önce yazacağım coğrafyayı, dönemi ya da olayı iyice araştırıyorum. Örnek olarak  Füreya, Sevdalinka, Köprü, Veda ve Umut adlı kitaplarımı gösterebilirim. Hiçbiri araştırmasız yazılamazdı. Kanadı Kırık Kuşlar’ı da yazmadan önce, kitabımda yer alan Ernst Hirsch’in biyografisini (diğer misafir hocaların biyografilerine göz attım), Hitler’i iktidara taşıyan günleri anlatan bir kitabı, Faruk Şen’in Ayyıldız Altında Sürgün’ünü ve Halit Çelikbudak’ın Yurtsuz Kalanlar’ını okudum. Ayrıca Türkiye’nin tarihi panoramasını içeren bir katalog da elimin altındaydı. Okuduğum kitaplardan çıkardığım notları, kurguladığım aileye bizzat yaşatarak o günleri sizlerle paylaşmış oldum.
 
- Geçen yıl yayımlanan romanınız Tutsak Güneş distopik öğeler içeriyordu. Bu kez geçmişe, 1930’ların Almanyası’na götürüyorsunuz okuru...
 
- Hitler’in kürsülerinden kovduğu ve zamanın hükümeti tarafından Türkiye’ye davet edilen Alman profesörlerin öyküsünü yazmayı, yıllar önce Ayyıldız Altında Sürgün’ü okuduğum günden beri, özel nedenlerle arzu ediyordum. Çünkü o kitapta, hidrolik mühendislik dalında bir Alman hocaya bir süre tercümanlık yaptığını bildiğim babamın adına ve resmine rastlamış, çok duygulanmıştım. Türkiye’nin bilim alanında kanatlanıp uçmaya hazırlandığı bir dönemdi, 30’lı yıllar. Babam 40’lı yıllarda da, dağ taş demeden Anadolu köylerine su ve elektrik götürmek için uzaklarda olurdu, ben onu hep özlerdim.  İşte o günleri anlatan bir kitap yazmak ve öyküye Almanya’dan gelen hocalarla yani üniversite reformuyla başlamak istedim. Almanya’nın 30’lu yıllarını öğrenmek için W.S. Allen’in, Naziler İktidarı Nasıl Ele Geçirdi adlı kitabını okudum. O kitaptan öğrendiklerimin yaşadığımız günleri anımsatması, tamamen tesadüftür.
 
- Yine Tutsak Güneş üzerinden gidersek, geleceğe dair, korkutucu ama bir o kadar da tanıdık bir senaryoydu. Kanadı Kırık Kuşlar ise on yıllar öncesine uzanıyor fakat yine tanıdık ve korkutucu: Akademisyenlere tutuklamalar, gece yarısı çıkarılan kanunlar, tepki gösterenlere gözdağı... Bu iki romandaki zamanlar alakasız, yaşananlarsa çok benzer görünüyor. Bunu nasıl yorumlarsınız
 
- Evrensel değerlerden, laiklikten, hukuk devleti olmanın gereklerinden, hatta adalet ve vicdandan sapmanın getireceği sonuçlar, asla zaman aşamasına uğramaz! Hangi tarih diliminde yaşıyor olursanız olun, merhamet ve adalet yol göstericiniz değilse, yürüdüğünüz yol hep aynı çıkmaza varıyor...Sonu ise, er veya geç hüsran! Neron’dan Hitler’e, İran Şah’ına, Stalin’den Salazar’a bu iş, böyle!
 
“İLKEL BİR TOPLUMA DÖNÜŞÜYORUZ”
 
- Romanda, 1930’lardan 2000’lere bir Türkiye portresi ortaya koyuyorsunuz bir anlamda. Bilime dinî referanslarla yaklaşma, yabancıların zihnindeki oryantalist Türkiye algısı, çağdaş bir ülke yaratmanın bina inşa etmekten ibaret görülmesi... Bu portrede tüm bunlar açısından bir ilerleme görülüyor mu sizce? Bugünü dünle okumanın olumlu ve olumsuz yanları nedir?
 
- Cumhuriyet’in ilk yılları...Yanmış yıkılmış, üzerinde duman tüten çorak topraklar, diz boyu salgın ve kronik hastalık, açlık, yoksulluk... Ama hepsinin üstesinden gelmeye hazır, şahlanmış bir ruh!
30’lu yıllara gelindiğinde hastalıklar kontrol altına alınmış, okur yazarlık büyük ölçüde başarılmış, modern eğitime geçilmiş, altyapı çalışmaları sürüyor, un, şeker, çimento fabrikalarımız var. Sonra II. Dünya Savaşı ve duraklama... Oradan bir atlama yapıp bugünün Türkiye’sine baktığımda, yoksulluk sınırından uzaklaşmış, altyapısı büyük ölçüde tamamlanmış, teknolojide ilerlemiş bir Türkiye görüyorum ama herkeste bir tükenmişlik sendromu var. İnsanlar otobüste yanında oturanın dost mu düşman mı olduğundan şüphede. Kim kimi ne ile kandırıyor, kim darbeci, kim değil, kim neyle suçlanacak? İnsanın gölgesinden korktuğu, yalan söylemenin selam söylemek gibi olağanlaştığı, aklını da ahlakıyla birlikte yitirmiş gibi duran ilkel bir topluma dönüşüyoruz.
 
-Romanda, farklı kuşaktan üç kadının, Elsa, Suzan, Sude ve hatta Esra’nın yaşadıkları ekseninde, siyasi ve sosyal değişimlerin ve olayların yanı sıra onların, erkek egemen dünya düzeninde geri plana itilip güçlü kalma çabalarına da tanık oluyoruz. Dünden bugüne hayatın her alanındaki kadın mücadelesine ilişkin ne söylersiniz?
 
- Kadınlar sadece bizim coğrafyamızda değil, tüm dünyada  mirastan pay alma, eğitim, seçme-seçilme, çalışma özgürlüğü gibi haklarını ısrarla talep ederek ve söke söke aldılar. Sıradan T.C. vatandaşları ilgilenmediklerinden, Osmanlı meraklıları ise Osmanlıları hiç tanımadıkları için bilmezler; Türk kadınları Osmanlı’nın son dönemlerinde çalışma ve eğitim hakkı için sokak eylemleri koymuşlardır. Cumhuriyet’i kuranlar, kızlara ilkokulun zorunlu kılındığı, kadın öğretmen okullarının açıldığı, kadın okul müdürlerinin atandığı, İstanbul sokaklarını (erkekleri savaşta olduğundan ekmek parası kazanmak için) kadın çöpçülerin süpürdüğü bir döneme tanıklık ettikleri için, kadınlara haklarını çabuk teslim etti. Elbette, liderlerinin ileri görüşlülüğünün rolü büyüktü; yarı nüfusu cahil bırakılmış ve eve kapatılmış bir toplumun ilerleyemeyeceğini görebilmişti. Onun başlattığı eğitim atılımını sonuna kadar sürdürebileydik, bugün bambaşka bir yerde olurduk.
 
-Gerhard adında, iyi bir gelire, saygınlığa sahip ve siyasetten uzak durursa başının belaya girmeyeceğini düşünen bir kahramanınız var. Durumun öyle olmadığını, başı derde girince anlıyor. “Susma suçu” diye bir şey var değil mi?..
 
- “Susma, yoksa sıra sana da gelecek”, diye bir deyiş var ya, sıra gelmese bile, susmanın vicdana yüklediği ağırlık, bence yüklü bir bedeldir. Romandaki Gerhard, Hitler’in yapabileceklerini tahayyül dahi edemiyor önceleri. Hitler yasaları kontrolü altına aldıktan sonra, baş döndürücü bir hızla gelişiyor her şey Almanya’da, insanlar başlarına gelene inanmakta güçlük çekiyor.
 
- “...fakat işleri zannettikleri kadar yolunda gitmeyecekti! Türkiye’ydi burası!” ve “Yeniliklere direnmek Türklerin genlerinde var.” cümlelerinizin sonrasında “Tüm sıkıntılara rağmen başı dik ve onurlu” olarak niteliyorsunuz ülkeyi. Bu ikilem çok şey anlatmıyor mu sizce de?..
 
- Bana anlatıyor, çünkü ben Türk’üm. Yeniliklere direnen kafayı da çok iyi tanırım, onurlu duruşun verdiği keyfi de bilirim. Batı dünyasına ait biri, bu ikilemi anlayamaz diye düşünürken Trump başkan seçildi; ben ters köşe oldum. Kendi ülkeme dönecek olursam, görünen o ki son zamanlarda mantığa, hukuka, vicdana aykırı duruşlara fena halde alışmaya başladık.
 
- 6-7 Eylül Olayları’ndan tutun Hrant Dink cinayeti, Zirve Yayınevi katliamı, Mavi Marmara gibi birçok konuya değindiğiniz roman, “...vatanın da dinin de sadece ve tamamen sevgi olduğuna inanarak” diye sonlanıyor. Sırf bu cümle bile az önce bahsi geçen acıları yaşamış olmamızın nedenini gözer önüne seriyor sanki... Ne dersiniz?
 
- Ne yaşarsak yaşayalım, umuda, sevgiye ve saygıya sonuna kadar tutunmak zorundayız, farklılıklarımıza rağmen. Tüm dinlerin temeli de esasında, birbirimize karşı sevgi, saygı ve umut değil midir? Vicdanlı olmak değil midir? Darbeler, diktalar, zorbalar gelir geçer. Biz her devirde insanlık onurumuzu korumak zorundayız.

Kanadı Kırık Kuşlar / Ayşe Kulin / Everest Yayınları / 392 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler