Normalleştirme... Kanıksama... Kabullenme...

26 Ekim 2018 Cuma

4.5 milyar yaşında bir gezegen...Üzerinde yaşayan 7.5 milyar insan... Bu kadar insana vatan olan 206 ülke... Kimi başkanlık sistemi ile, kimi yarı başkanlık ile, kimi parlamenter cumhuriyet, kimi parlamenter monarşi, kimi mutlak monarşi ile yönetiliyor... Çatışmalardan, savaşlardan beslenen, neoliberal politikaların şekillendirdiği kapitalist sistem, ülkelerde küçük bir zengin azınlık sınıfın gücüne güç katarak varlığını sürdürüyor.
Sonuç? Topu topu bir iki ülke dışında tüm toplumlarda eşitsizlik giderek artarken, güven de azalıyor.
Kimsenin kimseye güvenmediği bir toplum yapısı ne kadar sağlıklı olabilir ki? Ya yönetilenlerin yönetenlere güvenmediği bir ülke? Olamıyor da... Yaşıyoruz. Görüyoruz..
Ekonomistlerin “güven ile eşitsizlik” arasında kurdukları ilişki yıllardır bilinir. Taa Adam Smith döneminden beri yazılıp çizilmiştir: Güven toplumları birbirine bağlayan bir tutkaldır. Birbirine güvenen insanların bir arada yaşadığı uluslarda kurumlar daha şeffaf olur, yolsuzluklar daha azdır. Ekonomiler daha güçlü büyür ve refah daha eşit paylaşılır.
1980’lere kadar kör topal da olsa yürütülmeye çalışılmıştı. Örneğin en zengin yüzde 20’lik dilim ve en yoksul dilim arasındaki gelir uçurumunda belli bir denge vardı. Üst düzey yöneticilerin maaşları belirlenirken diğer çalışanlar arasındaki makasa dikkat edilirdi. Bunlar güveni tesis etmek için toplumsal kodlardı..
Ama artık ne yazık ki, güven yeniden tesis edilmesi zor bir ütopya...
Bu Trump’ın Amerika’sında da, Theresa May’in İngiltere’sinde de, krizden başını kaldıramayan Brezilya ve İtalya’da da ve tabii Erdoğan’ın Türkiye’sinde de böyle. Yapılan araştırmalar Eisenhower ve J. Kennedy dönemlerinde her 5 Amerikalıdan 4’ü Washington yönetimine güvenirken Trump’ın başkanlığında 5’te 1’e düştüğünü gösteriyor. Brexit’den çıkma sürecindeki İngiltere’de en güvenilir kurum ordu. Parlamento ise en güvenilmeyeni... Ya Türkiye?...
Harvard’lı sosyologlar Pitirim Sokorin ve Walter Lunden’ın “iktidar ve ahlak” üzerine, son derece önemli bir araştırmaları vardı. İkilinin en önemli tespitleri; iktidarı elinde bulunduran kişi ya da grupların yönettikleri toplumların bireylerinden daha suçlu ve daha az ahlaklı oldukları gerçeği idi.
Bugün bu artık tamamen aleni yapılır hale geldi. Ama işin daha da vahimi, toplumların bu durumu kabullenip normalleştirmesi... Cemal Kaşıkçı’nın kendi hükümeti tarafından konsolosluğun içinde öldürülmesi ya da Interpol başkanı Meng Hongwei’nin kendi ülkesi Çin’de kaçırılması ve katledildiğine ilişkin söylentiler..
Peki savaşlardan, yoksulluktan kaçmak için kucaklarında bebeleri, küçük çocukları ile gece ayazında botlara tepeleme doluşan göçmenlerin hazin görüntülerini; sudan çıkarılan, kıyıya vuran cesetlerinin görüntülerini ekranlardan sanki bir filmmiş gibi izlemeye, izleye izleye kanıksamaya; hayatın sıradan bir parçasıymış gibi kabullenmeye ve aynı sularda yazın keyifle yüzmeye ne demeli? O savaşlara, o savaşların sürmesi için satılan silahlara, yapılan anlaşmalara, diktatörlerin katliamlarına, yargısız infazlarına ve halkların yoksullaştırılmasına göz yuman diğer ülke iktidarlarına ne demeli? Onlara oy veren, alkışlayan, ya da görmezden gelmeyi tercih edip susan vatandaşlarına ne demeli?
Bunları neden yazdım? 3 gün sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun
95. yılını kutlayacağız. Atatürk Türkiye’sinden, onun ilk taşlarını döşediği kazanımlarından, değerlerinden uzaklaştıkça yukarıda sıraladıklarıma yaklaştık da ondan... İşin acısı tüm bunları normalleştirmeyi sürdürdükçe daha da batağa saplanacak olmamız. Evet Türkiye, ama aynı zamanda tüm dünya, tüm insanlık... 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Biz modern insanlar... 12 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları