Nâzım'la Küba'da/ 2

10 Şubat 2010 Çarşamba

Önce şu Küba halkına armağan edeceğimiz emanetin, Mehmet Aksoy’un elinden, yüreğinden çıkma heykelin öyküsünü dinlemeliyim. Cienfuegos yolunda, Domuzlar Körfezi’ne doğru ilerlerken gözlerimi, pencerenin dışında akıp giden doğaya, kulağımı Mehmet Aksoy’a veriyorum.

Mesele teslim olmamakta

Yıl 1977. Mehmet Aksoy Berlin’de yaşıyor. “Türk Akademisyenler ve Sanatçılar Derneği” başkanı. Bir ay sürecek uluslararası Nâzım Hikmet haftaları düzenliyorlar. Ruhi Su, Asım Bezirci, Ataol Behramoğlu, Maria Faranduri, Genco Erkal ve daha nicelerinin katıldığı bu kutlamalar için dünyanın birçok yerinden ressamlara, grafikerlere, heykeltıraşlara çağrı yapıyorlar. Çeşitli ülkelerden sanatçıların katılımıyla dev bir şenlik... İşte o hummalı hazırlık günlerinde tasarlıyor Mehmet Aksoy bu heykeli.

“Biz de o sıralar çok umutluyuz” diyor, anlatırken… Ne umudu? Dünyanın daha güzel, daha iyi, daha barışçı, daha adil, daha eşit olacağı umudu… Sömürünün, ayrımcılığın, şiddetin gerileyeceği umudu…

Tasarım için ona en büyük heyecanı veren, hayatının onca yılını hapiste dört duvar arasında, demir parmaklıklar arkasında geçiren şairin, nasıl olup da hayata ve dünyaya bunca sonsuz umutla, bunca sevgiyle bakabilmesidir.

Nâzım’ın “Mesele esir düşmekte değil / Teslim olmamakta bütün mesele” dizeleri, Mehmet Aksoy’a yol gösterir. Kendisine çok yakın hissettiği o sözlerin peşinde gider. Hiçbir demir parmaklığın, hiçbir duvarın şairin özgürlüğüne engel olamayacağının; düşüncenin, sözün hapsedilemeyeceğinin heykelini yapmak ister…

İşte emanetimiz, bu heykel… Mehmet Aksoy’un bronz heykeli, Nâzım Hikmet’i, demir parmaklıklar ardında, elinde kalemi şiir yazarken, yukarıdaki dizeleri yazarken gösteriyor. Bedeni tutsaktır ama şairin başı, o güzel, o yakışıklı başı ve eli, yaratan, yazan eli demir parmaklıkların gerisinde değil önündedir, şair teslim olmamıştır. Düşüncesi ve umudu teslim alınamaz. O özgürdür! Parmakları arasından dışarıya, dünyaya uzattığı kâğıtta o dizeleri okuruz: “Mesele esir düşmekte değil / Teslim olmamakta bütün mesele”

Neden Küba’ya?

Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, Mehmet Aksoy’un bu anıt, rölyef-heykelini neden Küba’ya, Küba halkına armağan etti? Neden Moskova, Prag, Paris ya da Roma’ya değil de Havana’ya götürdü?

Bu sorunun yanıtını da Nâzım’ın dizelerinde bulabiliyoruz. “Havana Röportajı”nda şöyle diyordu:

“Hikâye insanoğlu üstüne

İnsanoğlunun gençliği

Umutları üstüne

Hikâyeyi benden güzel anlattılar

Benden güzel anlatacaklar

Hikâyeyi dost düşman işitmeyen kalmadı”


İnsanoğlu üzerine bu müthiş hikâye, Küba Devrimi’nden başka bir şey değildi. Nâzım Hikmet, devrimden hemen sonra geldiği Küba’da 1961’de sonsuz mutlu oldu. Neydi bu mutluluğun kaynağı?

Nâzım Hikmet Vakfı adına törende konuşacak olan yönetim kurulu üyelerinden Özcan Arca’ya kulak veriyorum:

“Nâzım dünya görüşü nedeniyle 13 yılını demir parmaklıklar arasında geçirdi. Ama yılmadı. İçerdeyken en umutlu, en aydınlık şiirlerini yazdı. Bu coşkuyu, aydınlığı ve umudu genç yaşlarında gittiği 1917 sonrasının Moskova’sında edindiği dünya görüşünden aldı… ‘Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım 19 yaşım!’ diye başlayan şiirinde anlatır bunu. Ancak yıllar sonra ülkesinden ayrılmak zorunda kalınca o 19 yaşının coşkusunu, umudunu yitirdi. Bu zorunlu ayrılık, içindeki genci, içindeki 19 yaşını kaybettirdi ona. O dönemdeki şiirlerinde umudun yerini hüzünlü bir bilgelik aldı...”

Moskova’da uğradığı düş kırıklığı, Nâzım Hikmet’i sayısız yolculuklara çıkaracaktı. Bu yolculuklardan biri Küba’yadır. 1961’de, Küba Devrimi’nin hemen ertesinde!

“Yitirdiği gençliği, coşkuyu ve en önemlisi o müthiş umudu, Nâzım Küba’da buldu. Bu nedenle Küba’da çok mutlu oldu. Bunu da şiirinde görürüz. Özellikle Saman Sarısı’nda… Bu şiirin birinci bölümünü Havana öncesinde, ikinci bölümünü Havana sonrasında yazmıştı.”

Saman Sarısı’nın ilk bölümünden: (19 yaşıyla konuşuyor):

“Onun başına gelecekleri bir ben biliyorum / çünkü inandım onun bütün inandıklarına / sevdim seveceği bütün kadınları / yazdım yazacağı bütün şiirleri / yattım yatacağı bütün hapislerde / geçtim geçeceği bütün şehirlerden / hastalandım bütün hastalıklarıyla / bütün uykularını uyudum / gördüm göreceği bütün düşleri / bütün yitireceklerini yitirdim”

Saman Sarısı’nın ikinci bölümünde ise Paris’in orta yerinde Abidin Dino’ya Küba’yı, Kübalı balıkçıları, emekçileri, işçileri, kadınları, çocukları, “akı, karası, sarısı, melezi” meydanları dolduran insanları anlatacak ve “Mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye soracaktı.

Nâzım Hikmet’in Havana dönüşündeki mutluluğunu ve umudunu, ekibimizde Hıfzı Topuz’dan da dinleyecektik. Ama şimdi otobüsümüz Cienfuegos’a varmak üzere, onu başka güne bırakıyorum.

İşte Türkiye’nin dünya şairine bu umudu, daha güzel bir dünya umudunu yaşattığı için Mehmet Aksoy ve Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, Nâzım heykelini Havana’ya armağan ediyordu.

Küba’nın iç kesimlerini dolaştıktan sonra Havana’ya döndüğümüzde, Nicolas Guillen Vakfı’nın başkanı torun Guillen’le birlikte heykelin nereye dikileceğine karar verilecekti.

Elbet, Küba gümrüğünden heykel çekilebilirse! (Ne heyecanlar yaşadığımızı ne siz sorun ne ben anlatayım. Ama bu arada Ankara’daki Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Concepciòn ve Havana’daki Türkiye Büyükelçisi İnci Tümay’a yardımları için teşekkürler!)



Rom cenneti Küba

‘Şekerin şarabı’


İlk hedefimiz Cienfuegos ve Trinidad… Bu ikisini 80 kilometrelik bir yol ayırıyor. Ama Trinidad, Sierra del Escambray, yani dağlar ardında kaldığından yol döne dolaşa neredeyse üç saat sürüyor.

Cienfuegos’ta gece kalmak yok. Günlerimiz sayılı. Vaktimizin çoğunu Havana’ya ayırmışız. Geceyi Atlantik Okyanusu’nun kıyısında, Trinidad’da geçireceğiz.

Önce Cienfuegos… 18. yüzyıldan kalma yerleşim merkezi. Uçsuz bucaksız şeker kamışı tarlalarının ortasına kurulmuş. Ülkenin en büyük şeker kamışı ihracatı buradan yapılıyor. Rivayet o ki, Kristof Kolomb, ilk şeker kamışını, Kanarya Adaları’ndan bizzat kendisi, şahsen getirmiş! O gün bu gün şeker kamışı toprağını bulmuş, yayıldıkça yayılmış!

Şeker kamışından rom elde ediliyor.

Rom cenneti Küba, oldum olası tarım ülkesi. Ekili topraklarının yüzde 43’ü şeker kamışına ayrılmış. Gerisi tütün ve pirinç. Rom her yerde. Şeker kamışının çocuğu o. 1600’lerde adı “şekerin şarabı”… Küba’da limonata muamelesi görüyor. Yani içmeye sabahtan başlanıyor.

Cienfuegos, (nüfus 800 bin) daha alçakgönüllü, Trinidad (nüfus 1 milyon) tüm yapıları tek katlı olmasına karşın daha görkemli. UNESCO Trinidad ve çevresindeki Ingenios Vadisi’ni dünya kültür mirası listesine almış. Her ikisine de sömürgeci dönemin mimarisi “kolonyal” yapı tarzı egemen.

Dapdar sokakları, yeşilin bin bir türünü barındıran iç avluları, ahşap çatkılı, rengârenk, mavi, yeşil, pembe, turuncu, mor pigment boyalı evleri… Çiçek açmış balkonları, damları, pencereleri… New Orleans, Bordeaux, Sevilla gibi yabancı diyarlardan getirildiği söylenen süslü püslü sütunlar, bu sütunlar arasında uzayıp giden verandalar… İspanyol kiremitli damlar, İspanyol seramikli cepheler… Rom ve puro kokan yumuşacık bir hava…

Devrim öncesinde buralar köle, tütün, şeker kamışı ticaretinin merkezi… Bugün el sanatlarının, çevredeki tarım ve hayvancılığın, bir de turizmin merkezi.… İnsanları el işlerinden, zanaatkârlıktan arda kalan zamanda müzik yapıyor.

Her iki kenti daha önce de görmüştüm. O zaman haraptılar, dökülüyorlardı. Şimdi elden geçmiş, onarılmış… İkisinin de mimarisi çarpıcı: Barok şımarıklığı, Endülüs gizemi, “Art Nouveau” uçarılığı bir arada... İkisinde de oteller çoğalmış. İkisinde de turizm destekleniyor. Sıra sıra turist otobüsleri, turist grupları… Sömürge döneminin en görkemli, en şaşalı yapıları, şimdi müzelere dönüştürülmüş: Devrim Müzesi, Rom Müzesi, Puro Müzesi, El Sanatları müzesi vb…
   


Yollarda ‘Mustafa Kemal’ ritmi


Cienfuegos’ta da Trinidad’da da okul çocuklarını görüyoruz. Okul saatlerinde açık havada ders yapıyorlar parklarda, meydanlarda, turistlerin meraklı bakışlarına hiç aldırmadan… Ruhuna çocukluk ve öğretmenlik işlemiş olan Zehra İpşiroğlu’nu Trinidad’da kaybettik bir ara. Öğrencilerin peşine takılıp bir okula gitmiş, sınıf öğretmeninin davetlisi olarak, tüm dersi filme almış!

Cienfuegos’ta, Jose Marti Meydanı’nda 1800’lerin sonunda Venezüellalı milyonerin yaptırdığı Tomas Terry Opera binasına selam çakıyorum. Enrico Caruzo burada söylemiş… Ekipten ayrılıp Füsun Akatlı ve Zeynep Altıok’la bir bara girdiğimizde, yeryüzündeki tüm operacılara meydan okuyacak bir soprano sesle neye uğradığımızı şaşıyoruz. Masalarından birinde bir melez hatun, karşısındaki erkeğe fısıldar gibi bir balad söylüyor. Baştan çıkarıcı, kışkırtıcı, erotik yani aşk dolu bir şarkı söylüyor. İspanyolca bilmesem bile sözleri ve niyeti anlıyoruz. Öğle vakti büyüleniyoruz… Şarkısını bitirdiğinde alkışlar, alkışlar, alkışlar…

Bu müzik ve şarkı olayı Küba’da müthiş bir şey! Kentler arası otobüs yolculuğumuzda sık sık yollarda duruyoruz…

Cienfuegos’a gelirken yolda kahve molası verdik. Kahveyi onlar romsuz içmiyor! Bu da bir şey değil, on dakika sonra garsonlar çalgılarını kaptıkları gibi “çık çıkı çık çık” haydi salsa ritmi… Ve derhal şarkı ve dans…

Bir ara nereden olduğumuzu soruyorlar. “Türkiye’den” dememizle bir anda hepsi bir ağızdan müziğe söz uyduruyor: “Viva Mustafa Kemal Atatürk! Viva Mustafa Kemal Atatürk!”

Sevgili okurlar bugüne dek İspanyol aksanıyla, salsa ritmiyle böyle bir şarkı, böyle bir dans, ne görmüş ne duymuştum. Muhteşemdi! Üstelik “Ergenekon” korkusu da yok!

Söylemeyi unuttum, sabahın onuydu!

Bir başka zamanda, başka yolda, başka bir kahvede aynı sahneleri “Viva Galatasaray! Viva Cim Bom Bom”la da yaşadığımızı belirtmeliyim!




Yaşamın ‘cilvesi’

Gelelim Nâzım Hikmet heykelimizin akıbetine: Cienfuegos, Trinidad, Santa Clara gezimiz iki günde sona erip Havana’ya vardığımızda heykel hâlâ gümrükten çıkmamıştı. Ancak Küba’da da işler biraz Türkiye’deki gibi yürüyor…

Son dakika mucizesi… Ve Nâzım Hikmet’in yaşgünü sabahı heykelin gümrükten çıktığı haberi geldi. 300 kiloluk bronz heykel, kutlama töreni mekânına getirilemediğinden, törende küçük bir kopyası Yazarlar Birliği’nde Nikolas Guillen Vakfı’na armağan edildi. Heykelin aslı Türkiye Büyükelçiliği’ne teslim edildi.

Töreninin ertesi günü Guillen Vakfı’nın başkanı Nicolas Hernandez Guillen, Mehmet Aksoy, Kıymet Coşkun ve ben, heykelin dikileceği yer seçimi için Havana’yı turluyorduk…

Önerilen yerler arasında bir parka geldik ki, “Tamam , işte burası” dedi Mehmet Aksoy. O andan sonra sanatçıyı görmeliydiniz! Coştu ki ne coştu! Toprağı arşınlıyor, ağaçlara sarılıyor, sağa bakıyor, sola bakıyor, güneş nereden doğuyor nereden batıyor, çevreyi inceliyor, o yana bu yana koşuyor, bir heyecan, bir heyecan… Bir ara, Bay Nicolas, Kıymet ve beni konu mankeni olarak kullanarak heykel gibi oraya buraya bile yerleştirdi. Coştu ya, Mayakovski, Neruda, Guillen heykellerini de yapıp Nâzım’a komşuluk ettirmeye niyetli!

Seçilen yer, kentin en gözde, tam orta yerinde Vadado bölgesinde,öğrenclerin, okulların bol olduğu, üniversitenin yakınında Victor Hugo Parkı. Batista’ya karşı öğrenci direnişlerinin başladığı; halen her yıl uluslararası şiir festivalinin yapıldığı yer!

Bilmeyeniniz olabilir. Havana’da Atatürk’ün de bir büstü var. Önceden pek parlak bir yerde değildi. Ama bugün, bir önceki Büyükelçimiz Şanıvar Kızıldeli’nin gayret ve çabalarıyla Havana’nın sahil şeridinde, görkemli bir yere taşındı.

Yaşamın şu cilvesine bakın: Hayatta hiç karşılaşmamış olan iki Türk, emperyalizme, sömürgeciliğe savaş açmış iki Türk, heykelleri aracılığıyla da olsa Havana’da buluştu: Atatürk ve Nâzım Hikmet!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları