Olaylar Ve Görüşler

Onat Abi’den Sonra…

14 Ocak 2015 Çarşamba

Güzel Bir Zamandı…’

1989 yılının kasım ayı. Yağmurlu, ışıl ışıl bir İstanbul. Ankara’dan yeni gelmişim, her şey gözüme güzel gözüküyor. Cihangir’in masum ve henüz keşfedilmemiş günleri. BİLSAK diye bir yeri arıyorum. Cuma akşamı Onat Kutlar’ın sinema üzerine bir söyleşisi var. “Sinemanın sorunları mı” ne, öyle bir mevzu işte. Binayı buldum sonunda. Eski, taş bir bina. Galiba Cihangir’in ilk restore edilen binalarından biri. Gittim oturdum erkenden. Benden başka bir kişi daha var. Öylece bekliyoruz. Konuşma saatine yakın, Onat Abi girdi içeri ve oturdu sahnedeki sandalyesine. Çantasından çıkardığı notlarını düzenliyor sessizce. Ben de şiirlerine ve senaryolarına tutkun olduğum adamı izliyorum oturduğum yerden. Diri, gümrah ve neşeli bir adam. Hemen belli ediyor kendini…
Onat Abi, biraz daha bekledi konuşma yapacağı kürsüde. Az sonra genç bir kız daha girdi salona. Olduk üç kişi. O bize, biz de ona bakıyoruz. Birden gülmeye başladı; ardından, “Sinemamızın pek de bir sorunu yokmuş anlaşılan” dedi. “Hadi burada oturmayalım, aşağıya inelim. Yer, içer, sohbet ederiz.’’
Az sonra, dördümüz bir masanın etrafında, şahane bir sinema sohbetinin içindeydik.
“Güzel bir zamandı…”
Beni Onat Abi’yle asıl tanıştıran genç bir kadındır. Siyah ve derin gözlü, hüzünlü bakışlarıyla yakıcı bir kadın. Şair ve yönetmen… Furuğ… Onun bir kuşun nefesine benzeyen dizelerini ilk kez Onat Kutlar’ın Celal Hosrovşahi ile yaptığı çevirilerinden okumuştum:

“Nigah kun ki mum-ı şeb berahı ma,
çegune katre katre ab-mişeved,
sürahiye siyahı dideganı men,
be lay lay germ tu,
lebaleb ez şerap mişeved…”

“Bak tam karşımızda gecenin mumu,
damla damla nasıl eriyor,
nasıl doluyor ağzına kadar uyku şarabıyla,
gözlerimin simsiyah kadehi,
senin ninnilerini dinlerken…”

Her sanat formunun şiir olabileceğini söyleyen Tarkovski’nin sineması, “şiirsel sinema” olarak adlandırılır.
“Bütün büyük müzisyenler, yazarlar ve ressamlar aynı zamanda büyük birer şairdirler” der Tarkovski… Onat Kutlar da Furuğ gibi çok iyi bir sinemacı ve çok iyi bir şairdi. Sineması da şiiri gibiydi. Sinemamızın mahalle mektebi diyebileceğimiz Sinematek Derneği’ni ve Yeni Sinema dergisini kurdu. Genç sinemacıların yanında samimiyet ve özveriyle yer aldı. “Yusuf ile Kenan”, “Hazal” ve “Hakkâri’de Bir Mevsim” filmlerinin senaryolarını yazdı.
“Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisi”, Onat Abi’nin İran şiirine dair benzetmesidir. Aynı benzetme İran sineması için de yapılabilir. Onat Abi’nin sinemada peşinde olduğu şey de buydu galiba: Geçmişin diliyle gelen geleceğin sezgisini yaratmak.
Onat Abi’nin ölümü de benzer Furuğ’a. Birlikte çevirisini yaptıkları yakın arkadaşı Celal Hosrovşahi’nin, 1970’li yıllarda bir gün yolu İstanbul’a düşer. İki eski dost kucaklaşır, hasret giderirler. Onat Abi birden sorar:
“Furuğ’dan ne haber?”
Celal Hosrovşahi’nin yüzü kararır ve acıyla konuşur: “Bilmiyor musun?”
“Yoo…’’
“Öldü Furuğ… 1968’de… Henüz otuz iki yaşındayken. Bir araba kazasında. Başını kaldırımın kıyısına vurdu. Ve oracıkta bir kuş gibi öldü. Son kez gördüğümde uyuyor gibiydi…”
Oğluma ilk fırsatta Onat Kutlar’ın şiirlerini okuyacağım. İyi biliyorum, onun, “Nâzım ve Cendrars’dan Sonra” şiirini dinledikten sonra artık başka bir Poyraz olacak.
“Peki, Onat Kutlar’a ne oldu” diye soracak olursa oğlum, şiir bittiğinde; Furuğ’un kaybının kalbimde bıraktığı acının bin misli bir acıyla anlatacağım, yavaşça:
“Onat Abi öldü. Öldürdüler. 58 yaşındayken. Bir bombalı saldırıda. ‘Rüzgârlı bayırdan kaynağa inen bir kula at ve yarısı gölgeli kumlarda ölümü bekleyen karanlık bir boğa gibi’ yaşadı ömrünü ve ‘sabaha karşı ve hiç uyunmamış tanyerinde ışıyan bir kavak ağacı gibi devirdiler’ Onat Abiyi. Öldü…”
Kötü bir zamandı…

(*) Şiir alıntıları Furuğ ve O. Kutlar’dan…  

Dr. ERCAN KESAL Oyuncu ve Senarist

 

-

 

Nobel Uçar Yazı Kalır

Lisedeydim. Hayranı olduğum müzik grubu Pearl Jam ilk albümüyle önemli bir ödülün sahibi olmuştu. Ve grubun vokalisti Eddie Vedder sahneye çıkıp şöyle demişti: “Sanatı neye göre ölçüp biçiyorsunuz ve ödül veriyorsunuz hiç anlamıyorum ama yine de teşekkürler.” O dönem, ödül kavramına bakışımı belirlemişti bu alışılmadık ödül konuşması. Ancak bugün bu konuda biraz daha farklı düşünüyorum.
Zaman içinde fikrimi değiştiren, editoryal sürecin önemini fark etmem oldu. Günümüzün internetle birlikte iyice çığırından çıkan bilgi, metin, görüntü, ses karnavalında önerilerine güvenebileceğimiz kurumların, derneklerin, dergilerin hatta kişilerin öneminden bahsediyorum. Merakı ve hevesi öldürecek kadar çok seçeneğe sahip olduğumuz ve yalnızca popüler olanın görünür olduğu bir ortamda önemli ödüller, iyi hazırlanmış alternatif seçkiler, güvenilir listeler hayati öneme sahip. Öbür türlü seçenek paradoksları, analiz felçleri, çok satanlar saldırganlığı karşısında insan neyi takip edeceğini bilemeyecek noktaya gelebilir ve maruz kaldığı enformasyon yağmuru karşısında pasifliğe sürüklenebilir. Özellikle de internetin, dolayısıyla bu boğucu seçenek bolluğunun, içine doğmuş kuşaklar için geçerli bu durum. Bu ara reklamı dönen bir televizyon platformu, müşterilerine “Ayda 500 film” sunuyor mesela. Ancak bugün ayda 500 film sunmaktan daha değerli olan, her ay izlenmeye değer 5 filmi ortaya koyabilmektir. Ödüller de işte bu noktada önem kazanıyor.
Tabii ki ödüllere “ISO 9001 Kalite Belgesi”ymiş gibi yaklaşamayız. Sağlıklı bir seçim yapabilmek için önce ödül alan çalışmaya, sonra ödül veren kuruma, sonra tekrar ödül alan çalışmaya bakmak gerekir. Sinemadan örnek vermek gerekirse: Cannes Ödülleri benim için önemlidir, Oscar Ödülleri ise umurumda değildir. Bunun nedeni, Cannes’da ödül alan hemen her filmi fazlasıyla beğenmiş, Oscar ödülü alan çoğu filmden ise özellikle hoşlanmamış olmam kadar basit. Bir başkası için de bunun tam tersi geçerli olabilir. Yani her ödül haberi karşısında tek bir tavır takınmak mümkün değil.
Nobel Edebiyat Ödülleri’ne gelirsek... Şahsen ciddiye aldığım bir ölçüttür. Eğer kazananı tanımıyorsam, bir an önce okumak isteğiyle dolmama vesile olur Nobel Edebiyat Ödülü. Nedeni ne ödülün İsveç’te verilmesi, ne ambleminin oturaklılığı, ne kurumsal anlamdaki köklülüğü, ne de törendekilerin smokinli oluşu... Nedeni, beni fazlasıyla etkileyen yazarların büyükçe bir kısmının bu ödüle layık görülmüş olması. Bernard Shaw, Thomas Mann, André Gide, T. S. Eliot, Bertrand Russel, Samuel Beckett, Heinrich Böll, Elias Canetti, Jean-Paul Sartre, Albert Camus gibi isimlerden bahsediyoruz.
Orhan Pamuk, 2006 yılında böyle önemli bir ödülün sahibi olduğunda çok mutlu olmuştum. Hemen ardından şuursuz bir telaşla işin siyasi birtakım meselelere bağlanmasını da son derece üzücü bulmuştum. Şaşırmamıştım tabii ama üzülmüştüm. Ödül haberi gelir gelmez yazınsal ölçütler iştahla bir kenara itilip siyasal ve ideolojik nedenlere odaklanıldı hemen. Komplo zihniyetinin kolaycılığı devreye girdi bir heves. İçeriğin kendisinden çok arkada dönen dolaplara odaklı yaklaşım, neden-sonuç ilişkilerini kendi kaba saba, yüzeysel tavrıyla inşa ediverdi el yordamıyla. Halbuki tüm bu tartışmaları bir kenara bırakıp sakin kafayla şunu düşünmeliydik: Bir yazar sadece “memleketine ters düşen” iki açıklama yaptı diye, böylesi isimlerle uzayan bir listeye dahil edilebilir mi? Üstelik Nobel Edebiyat Ödülleri’nin “Bu sene ödüle layık yazar bulunamadı” gibi bir seçeneği de mevcutken...
Ödüller karşısındaki tutumumuz, ödülü veren kuruma göre değişiklik gösterse de şu kural sabit: Önemli olan bir yapıtın aldığı ödül değil, o yapıtın içeriğidir. Aldığı ödül, içeriği değiştirmez çünkü. Ödül uçar, içerik kalır. Nobel uçar, yazı kalır. Ödülün içeriği olmasa da bizim içerikle kurduğumuz ilişkiyi değiştirmesi konusunu (yani kararlarımızın dış koşullar tarafından şekillenmesi gerçeğinden dolayı ödüllerin bilincimizi manipüle eden boyutunu) şimdilik göz ardı ederek işin olumlu tarafına odaklanırsak, Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasının hemen ardından edebiyatımıza yönelik gözle görülür bir ilgi artışı olduğunu söyleyebiliriz. Buna paralel olarak yerli üretimlerin yabancı dillere çevrilme sayısı da hızla arttı. İşte bu noktada Nobel Edebiyat Ödülü’nün taşıdığı değerden çok, yol açtığı gelişmelerin edebiyatımıza katkılarının ödemli olduğunu söyleyebiliriz. Ancak görünen o ki, bu aralar böyle kazanımlar önceliğimiz değil.  

HAKAN BIÇAKCI Yazar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları