Hikmet Çetinkaya

İlkyaz Akşamında...

19 Nisan 2015 Pazar

Zorlu ve kesin düşler, yol gösteren yazgım beni çocukluğumun taşkın ırmaklarına götürür...
Bir rüzgâr yayılır ansızın, sular dalgalanır, kırlangıçlar kanat çırpar başımın üzerinde.
Çocukluğum biter gençlik yıllarım başlar...
Taşra kasabaları, tren saatleri!
Mário Luzi’yi ilkyaz gecesinde okurken, yolumuzun bildik yerlere çıktığını anlarım.
Kendimizde olanı, belki hiç olmayanı, sürgünü, işkenceyi, ölümü...
Yaşama yardımcı olan sevda, uzaktan destek muştusunu verir.
O sırada gökyüzüne bakarım, çiçeklenmiş ağaçlara... Bir şarkı söylerim:
“Şimdi doğrulma vakti yaşama vakti
katıksız. İşte aynalarda uçuyor
Bir gülümseme, bir ürperti açık camlarda,
Kulağı yanıltmaya yönelik bir tını.
.............
Ve sen pür neşe, koşuyorsun çağrıya
ölümü yadsıyorsun bir hareketinle. Bir
kapı açılınca mutlu, içeri dalıyor böyle renkler
ve karanlık çıkıyor peşinden.”

Zamanın nasıl sancılı olduğunu öğreniyorum, şarkılarımı, şiirleri söylerken...
Mário Luzi, vaktiyle çok sevilmiş bir kadının yüzünü anlatıyor, gözlerini, saçları, dişlerini...
Luzi, sancının üzerine götürüyor ellerini!
Bir çağdan bir çağa geçişlerde bir çocuk; çocuk nisan bulutunda...
Kırlangıçlar yuvalarında...
Onlar da derinleşen çağların içinde yorgun!
Mário Luzi gibi uykusuz...
“Acımızın ılık biçimisiniz sizler
o hafif pembeliğinizle
beslenen o tatlı topraktan
geçip gidersiniz bizi ezen gülüşünüzle.”

***

Hayata bakıyorum, dağlara, vadilere...
Yves Bonnefoy’un çığlığı, yaralı şaşkın yapraklar içinde; ama yiten izlerin kanına yakalanmış...
Yine de yaşamın suç ortağı...
“Hangi soygunlar vuruyor seni, yeraltı ırmağı, hangi damar kopuyor ki sende, yankılanıyor düşüşün orada!”
Yıldızlar bahçesine dönmüş gökyüzü. Gökyüzü çiçeklenmiş ama senin haberin yok...
Bak bir nisan akşamı!
Ansızın kaldırdığın kol açılıyor, tutuşuyor, yüzün geri gidiyor.
Hangi artan sis saklıyor benden bakışını?
Usul gölge uçurumu, ölümün sınırı...
Sakın gitme, uçurum var yanı başında. Savaş var, acı var, Ortadoğu alevler içinde...
Çekil, geri dön!
Sessiz kollar karşılayacak seni, başka bir kıyının ağaçları.
Kaç hemen!
Denize doğru koş!
Ölüm ülkesinde ateş kalacak sadece...
Ve sen bir ses duyacaksın, bir ışık göreceksin şairin yanına gittiğinde:
“O tuhaf müzik, ellerde, dizlerde başlıyor, baş çatırdıyor sonra, dudaklarda duyuruyor kendini müzik; kesinliği, yüzün yeraltı yamacına giriyor.”

***

Derinleşen çağlar!
Uykuyu bölen beklenmedik muştu!
Bir sancı, acı, hüzün!
O belirsiz günlerde zaman sapaklarında...
Bir ilkyaz akşamında düşmemek için kendi boşluğuna, tutunmak gerekir bir ağaç dalına.
Anlarsın o zaman fırtına tanrısını, o uçurumları, savaşları...
Barışı beklersin, gelmez!
Oysa sen bir nisan akşamında hepimizin çığlığısın... Bu arada yürüyorsunuz, sen... Başın dik için ezik...
De Andrade’yle selamlaşıp kimsenin duymadığı bir çığlık atıyorsun.
Karanlıkta aşk, hayır, gün ışığında aşk / hazindir, evladım Carlos / her zaman hazin. /
Ama kimseye söyleme bunu, / kimseler bilmiyor hem, bilecekleri de yok.
Hayat böyle geçecek işte...
Savaşlar, kıyımlar, cinayetler, genç ölümler.
Çocuksu bir düşle yaşıyoruz baksana!
Kırlangıçlar uykuya yatmış, zaman kısalmış...
Bir gün umutların yeşerecek, sakın kötümser olma...
Akan kan duracak, halkların kardeşliği gerçekleşecek!
Şimdi başını göğe kaldır ve uzun uzun bak!
Biraz düşün!
Umutsuz olma!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları