Öztin Akgüç

Sol Üretir Sağ Tüketir

19 Nisan 2015 Pazar

Başlık slogan gibi gelebilir ama bir gerçeği de özetliyor sanıyorum. Sol politikalarda amaç üretimi artırmak, üretim artışında süreklilik, bölüşümünde de adalet sağlamaktır. Adalet salt eşit dağılım değil, herkesin hakkını almasıdır. Sağ politikalarda ise amaç bölüşümde sermaye payını artırmak; tüketim, hatta mevcudu tüketme yoluyla ekonomide canlılık yaratmaktır. Sol tüketimde de sorumlu davranırken, sağ mevcudu, geleceği de savurganca tüketir.
Ülkemizde galat bir algı oluşmuştur. Sol, yokluk, sıkıntı; sağ, bolluk, tüketim, refah. Bu galat algı, sol ve sağın farklı tutumlarından kaynaklanır. Ülkede yaşananların irdelenmemesi bu galat algının doğmasına yol açmıştır. Sağın ekonomik başarısını (!) örnekleriyle açıklayalım.
II. Dünya Savaşı, ithal güçlükleri, yokluklar, tüketimi kısıcı önlemler nedeniyle ülkede altın, rezerv birikimi olmuştur. 1950 yılında DP iktidarı, bu rezervi, ithal malları bolluğu yaratarak, bazı kesimlere kaynak aktararak kısa sürede tüketti. Bu tutum, ekonomik başarı, görülmemiş kalkınma olarak yaftalandı. Birikim, rezerv tükenince ekonomi büyük sıkıntı içine girdi; ithal malları bolluğu yerini yokluklara bıraktı. Türkiye, 1957 yılında en kapsamlı olarak nitelendirilebilecek istikrar önlemlerini aldı. Yüzde üç yüz devalüasyon, KİT ürünlerine zam, idari kararlarla tahsisler, kotalar, ithalat sınırlamaları.. Türkiye üretmeden tüketmenin bedelini ödemişti.
1960 sonrası Türkiye, kalkınma planları ile ekonomiye çekidüzen vermeye yöneldi. Yüzde 7 dolayında büyüme hızı, yüzde 5 enflasyon, düşük cari işlem açığı, dış borçlanmada temkin... Bu politika, belli kesimlerde sıkıntı yarattı. Derhal “Plan değil pilav istiyoruz” sloganı atıldı; slogan sandıkta etkisini gösterdi ve Süleyman Demirel dönemi başladı. Ekonominin, bir süre kalkınma planları ile kazandığı ivme ile büyümesini sürdürmesi, kamuoyuna ekonomik başarı diye sunuldu. Bir süre sonra hız kesilince devalüasyon, sürekli enflasyon, yavaşlama kaçınılmaz oldu.

***

Yetmişli yılların sonu Birinci Ecevit dönemi talihsizliklerle doluydu. Türkiye bir dolara muhtaç hale gelmişti, enflasyon şiddetlenmiş, bütçe açıkları büyümüş, iç çatışmalar artmıştı. Bu sıkıntılara bir de petrol fiyatlarında üç katına varan artış eklenmişti. Ekonominin darboğaza girdiğini gören dış güçler yardımlarını da (!) esirgemediler. Banka teminat mektuplarını kabul etmemeye başladı, kuvertür tesis etmeden ithalat akreditifi açmadılar, akreditif bedellerinin tez elden ödenmesini istediler. Yokluklar, kuyrukların oluşmasıyla dönem kısa sürdü.
1980 sonrası Özal, Türkiye’nin dış borcunun 13 milyon USD, iç borç faiz yükünün bütçe içindeki payının yüzde 3 dolayında olduğunu, kamunun elinde varlık birikimini görmüştü. Dış borç artışı, vergi yerine iç borçlanma, kamu eliyle özel sektör desteği ile bir süre “Özal mucizesi” (!) yarattı. Enflasyonun şiddetlenmesi, borç krizi başlangıcıyla mucize sona erdi.
2002 yılında AKP iktidara geldiğinde IMF ile anlaşma yapılmış, IMF dış borç konusunda yeşil ışık yakmıştı, özelleştirmenin yasal düzenlemesi yapılmış, uygulamasına başlanılmamıştı, dünya ekonomisi hızlı büyüme sürecine girmişti...
Finansal piyasalarda likidite bolluğu yaşanıyordu, bankalarda tüketici kredisi uygulaması yeni başlamış, hanehalkı borç yükü/gelir oranı düşük düzeyde idi. Özelleştirme gelirleri, dış borç, tüketici kredisi ile bir süre ekonomide hareket yaratıldı. Dış borçlar 400 milyar USD’ye ulaşınca, özelleştirme gelirleri yavaşlayınca, hanehalkı borç yükü gelir oranı yüzde 50’yi aşınca, iç borç olanakları daralınca, ekonomik gerçek durgunluk, işsizlik, enflasyon, dışa bağımlılık görüldü. Sorumlu, üretken sol bir iktidar, kötü kişi olmayı göze alıp çok güç olsa da bu bataktan ekonomiyi belki çıkarabilir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları