Kâbus gibi...

25 Ağustos 2015 Salı

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta muhtarlarla yaptığı toplantıdaki söylevini dinlerken, gerçekten çok korktum.
Cumhurbaşkanı’nın, stratejik, karmaşık, bir o kadar da korkutucu konuşması, bir yakın okumayı hak ediyordu. Bu köşenin sunduğu yer, bu okumanın hakkını vermeye pek uygun değil, ama yine de kimi önemli noktaları vurgulamak yararlı olabilir.

‘O’, ‘onlar’, ‘sen’
Cumhurbaşkanı konuşmasında, retorik sanatında totaliter rejimlere, savaş durumlarına has bir tarzı kullanıyor. Konuşma, dinleyicilere Türkiye toplumunu, birbirinden kesin sınırlarla ayrılmış iki kamptan oluşan, çoktan bölünmüş bir bütünlük olarak sunuyor. Bir tarafta devlet var. Karşı tarafta da “teröristlerle”, kim olduğu tanımlanmadan bırakılan “onlar”, “bunlar”, “sen” ya da birtakım işlerin, adı verilmeyen sorumluları var. Böylece Cumhurbaşkanı, duruma göre, içine istediğini, düşman “öteki” tanımlamasıyla koyabileceği bir “boş gösterge”, potansiyel anlam alanı yaratıyor.
Cumhurbaşkanı’nın “Bir tercih var, ben devletimin yanındayım veya terör örgütünün yanındayım. Öleceksek bir kere ölelim ama adam gibi ölelim” sözlerinden devlet ve karşısındaki kamp arasında, hiç boş alan kalmadığını öğreniyoruz. Cumhurbaşkanı’nın tasavvurundaki devlet, hiçbir eleştirel “dışarısı” bırakmayacak biçimde toplumu kavramaktadır. Bu kapsamanın dışında kalanlar ise teröristtir. Hatta az sonra göreceğimiz gibi “alçaklık çukurunun” en dibindedir.
İkincisi, “Öleceksek bir kere ölelim ama adam gibi ölelim” saptaması; bu, devletin yanında olanların, Diyanet hutbesinde vurgulandığı gibi canlarını bir şey, ya da birileri için feda etmeye hazır olmasını gerektiren bir kamplaşmadır.
Bana, Cumhurbaşkanı aklında var olan “yeni fiili rejimin” parametrelerine göre konuşuyor gibi geliyor. Korkutucu olan şu ki, bu hiçbir karşıtlığı, eleştirel düşünceyi, hatta sıradan bir muhalefeti bir kabul etmeyen, “dışarısı” olmayan bir rejimdir. Bu, “Aldıkları oyları teröre alan açmak için kullananlar, bunun hesabını millete de adalete de vereceklerdir” uyarısının da gösterdiği gibi, bu kamplaşmanın dışında kalmaya çalışanları, kriterlerine uymayanları cezalandırmayı amaçlayan bir rejimdir.

‘Alçaklık çukurunun’ dibindekiler
Cumhurbaşkanı’na göre bu kamplaşmayı, hatta bu kamplaşmayı tanımlayan mantığı reddeden, bunun yerine “silahlar sussun”, “barış” sloganlarıyla diyalog isteyenler ise “vatanın sırtına hançer saplamaktadırlar”.
Konuşmada “bunlar” bu kez biraz daha bellidir: “Sözde aydın güruhu, köşe yazarları, yaşanan her ölümün, dökülen her gözyaşının sorumluluğuna ortaktır. Bunlar ihanet içindedir. O köşe yazarlarına söylüyorum. Sizin kariyeriniz, sizin kalemlerinizden akan mürekkep kandır”, “Güvenlik güçlerine saldıranların yeri alçaklık çukurunun en dibidir”. Cumhuriyet gazetesinin adının açıkça anılarak, hedef gösterilmesiyse, özel bir tutuma, hatta nefrete işaret etmektedir.
Cumhurbaşkanı’nın bu ifadelerinden, (bu ifadeleri siyasal İslamın entelektüellerinin sık sık dillendirdiği “bu ülkenin entelektüellerinin bir Erdoğan saplantısı var” yakınmalarıyla birlikte düşündüğümüzde), iki sonuç çıkarabiliriz. Birincisi, siyasal İslamın entelektüellerinin, ya da rejime biat etmiş sofistlerin (bilgisini egemenlerin hizmetine verenlerin) dışında kalan tüm entelektüeller ve “simgesel üretim” suçlu sandalyesinde oturmaktadır. Öyle ki, güvenlik güçlerinin uygulamalarına yönelik eleştiriler “saldırı” olarak algılanmakta, eleştirenler “alçaklık çukurunun en dibine” gönderilmektedir. Günümüz Ortadoğu’sunu düşününce, burada onları hapis, dayak, suikast, boğazlanma gibi olasılıkların beklediği de aşikârdır.
Böyle bir perspektif, “tüm gemileri yakan” bir öfke, kin, erken seçimlerden projesine uygun bir sonuç çıkmazsa, buna nasıl katlanabilir? Uygun bir sonuç çıkarmak için neler yapabilir? Korkmakta haksız mıyım?..  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları