Çetin Altan’la beraber yargılanmıştık…

24 Ekim 2015 Cumartesi

Önce Çetin Altan çarptı. Sonra kamyon…
Bunların olacağını, röportaja gittiğim o sıcak, dingin, güzel temmuz öğleden sonrasında hiç aklıma getirmemiştim. Aklımı “sansüre” takmıştım sadece. Bu topraklarda şakır şakır örtülü, sinsi ve apaçık sansür uygulanırken, “sansürün kaldırılması” adına “gazeteciler bayramı” kutlamayı garipsiyordum.
Nedir bu bayram?” diye yola koyulmasaydım, sansürden çok dili yanan biri olarak Çetin Altan’la konuşmayı yeğlemeseydim, uzun, hoş ve tatlı sohbetimiz boyunca Altan’ın ağzından o ünlü “çete” lafı çıkmasaydı ve işgüzar bir savcı başımıza bu davayı sarmasaydı, (adalet) bakan(ı) da kalkıp davanın açılmasına izin vermeseydi, arkadan bir kamyon gelip Susurluk’ta kaza yapmasaydı; biz bugün iki gazeteci olarak kendimizi Türkiye’nin en sıcak konusunun göbeğinde bulmayacaktık.
Röportaj bu şekilde benim kontrolümden çıktı ve bizi hiç anlamadığım biçimde asıl meselenin içine sürükledi…
Dedim ya, aslında ben kafayı “sansüre” takmıştım. Cımbızla avlanan tek (çete) kelime(si)yle hakkımızda dava açıldığını duyduğumda, küçükdilimi yutuyordum. Tam sohbet konumuz olan “sansürün” kurbanı olmuştuk.
Altan “engizisyon” kurbanları gibi söylediği tek lafın hesabını verecekti. Ben hükümrana kötü haber getirdikleri için kellesi uçurulan mesajcılar gibi, o lanetli sözü sayfama taşımakla sorgulanacaktım. Sansürün en katı ve ilkel türüyle karşı karşıyaydık başka deyişle.

Vasiyeti: Lanetliler Bahçesi
Halbuki bana göre, Altan’ın en vurucu sözleri, “çete” değil, “vasiyetim” diye anlattığı, “Lanetliler Bahçesi” idi. “Basın mutlaka bir gün bunu yapmalı” diye anlatmıştı o müthiş fikrini, evinin terasından Marmara’nın mavi sularına bakarak, “Hayatını bu işle özdeşleştirmiş, mesela senin gibi insanlar” demişti:
Merak edip bir dosyaya bakmalı. Kemal Tahir dosyası mesela, 14 yıl. O yazarı hangi yargıç mahkûm etmiş? Bir bahçenin bir köşesine, küçücük bir siyah taş. Üstüne yazarı mahkûm eden hâkimin ismi, savcınınki de yanına. Bunlar lanetli insanlardır. Kendi değerlerini imha etmişlerdir çünkü. 14 senesini almışlardır Kemal Tahir’in.
Bir gün mutlaka yapılacağından emin olduğum o bahçeye kendi isminin de yazılabileceğini hiç aklından geçirmeyen bir savcı sonra tuttu, bize bu davayı açtı. Hem de Susurluk kamyonundan tam 9 gün önce. Televizyonlar ve yayın organlarının diline düşmüştü artık: “Devlet çete olmaktan çıkıp, hukuka otursun!” sözleri.
Düşmüştü de biri de telefonu eline alıp, “İyi de Nilgün, Çetin Altan o konuşmada başka ne söylemişti” diye sormadı. Kimse o tek cümlenin ötesinde söyleşinin bütününü, içeriğini ve asıl mesajını merak etmedi.

Allah’ın sopası: Susurluk
Sonra o en beklenmedik şey oldu. Hasan Gökçe’nin kamyonu tüm süratiyle gelip bizim röportaja da çarptı.
Dava”, birden bütünün içinde hep sezinlediğimiz ve fakat bir türlü tüm çıplaklığıyla açığa dökemediğimiz her şeyi simgeleştirdi ve somutlaştırdı.
Elimizde olmayan gelişmeler, “dava”yı güm diye sistemin temeline ve özüne oturttu ve gerçekte başından beri kafamı karıştıran, ısrarla sorguladığım boyut olan sansürün dişlileriyle, yaşadığımız kirli sistemin çarkları tüm netliği ve açıklığıyla birbirinin içine geçti.
Özünde, sansürü yaratan ve üreten genel çerçeve işte bu pislikti. Devletin içinden dizi dizi çete çıktıkça, Altan da ben de hayretler içinde kaldık. Elli yıllık gazeteci-yazar bile artık o zaman kendini tutamadı. Bu “Allah’ın sopasıdır” dedi. Yazarlara karşı, hep devlet yanında yer alan savcı ve yargıçlar, bu kez toplum ve halktan yana oldular; yeni oluşmaya başlayan bir bilinci, bizimle paylaştılar. Tek celsede bizi “akladılar!”*
*18 yıl önce yargılandığımız tarihi basın davası -Lanetliler Bahçesi- için yazdığım (23.1.1997) bu yazıyla uğurlamak istiyorum Çetin Altan’ı...
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yurttaşlara mektup 28 Nisan 2024
Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları