Abla, şu barış bir gelsin!

30 Mart 2013 Cumartesi

Diyarbakır kentini severim. Çünkü bu kent, hiç vakit kaybetmeden, anında sizi başka bir dünyaya götürür. Her yerde, Hitit, Asur, Selçuklu, Süryani, Osmanlı ve Arap uygarlıklarının izleri sizi adım adım izler. Ve bütün kadim kentlerde olduğu gibi, çevrenizde birkaç dil birden konuşulmaya başlar. Arapça, Kürtçe, Süryanice…

Bu kenti tanımak için öncelikle, eski hanlara ve kahvelere gitmek gerekir. İşte ben de bir Nevruz sonrası, kentin gerçek dokusuna dokunmak için, Tarihi Hasan Paşa Hanı’ndayım. Handa yan yana mahalli giysiler, hediyelik eşya satan dükkânlar ve avluda, kocaman bir kahve. Diyarbakırlılar güneşin sıcağını sırtlarında hissederek hayatı konuşuyorlar.

Önce dükkânlar beni çekiyor. Dört beş dükkânın önünde, küçük boy halılar asılmış ve halılara Ahmed Arif, Şeyh Said, Abdullah Öcalan, Che Guevara, Nâzım Hikmet, Deniz Gezmiş fotoğrafları işlenmiş. Öğrendim ki, en çok satan, Ahmed Arif’miş. Öyle Ahmed Arif buralarda bir efsane, yoldan geçen kime sorsan, “33 Kurşun”dan bir dize okuyor.

Tarihi Nevruz sonrası kimsenin canını sıkmak istemiyorum ama önce sorunlardan başlayalım. Kentin varoşlarında durum hiç de iç açıcı değil. Özellikle gençler için. Çünkü gençlere iş yok, zaten bütün kent ahalisi için en önemli sorun, işsizlik.

Doksanlı yıllarda köyleri yakılan ve boşaltılan Kürt nüfusun önemli bir bölümü Diyarbakır’a göçmüş. Ve göç alan bütün kentlerde olduğu gibi Diyarbakır’da göç en çok çocukları etkilemiş. Manzara şöyle, her yerde çocuklar iş peşinde koşuyor. Belediyeler, sivil toplum örgütleri, kente uyumu zor olan bu nüfus için pek çok projeyi hayata geçirmeye çalışıyor ama yetmiyor... Çünkü çok çocuk ve genç var.

Şimdi söyleyeceklerim için bana kızanlar olacaktır, ne yazık ki, bölgede PKK genç (kadın-erkek) istihdamını gerçekleştiren bir kurum gibi çalışıyor. Ve ben kendi kendime sormadan edemiyorum. “Kenttekiler işsiz, dağdakiler de gelince daha da vahim olacak? Bu konuda herhangi bir proje var mı?” Bilmiyorum. Şimdilik yok gibi gözüküyor.

 

Uyuşturucu her yerde

Önce oteldeki servis elemanı anlattı. İşine gelirken Tekkapı denilen bir bölgeden geçiyormuş, elinde bir kaşık, çakmakla kaşığının içindeki maddeyi ısıtan ve sonra kendine enjekte eden öyle çok genç varmış ki, duyduğu acıdan gözleri yaşarıyormuş. Uyuşturucu kullanımı üstü örtülse de, Türkiye’nin her yerinde yaygın ama bu kentte çok daha yaygın. Dükkânında bana çay ikram edip, derdini döken hediyelik dükkân sahibi Sedat Köçer, sırtındaki derin kesiği gösterip anlatıyor: “Bu uyuşturucunun yarası, adamlar öyle gözü kara ki, bizim oğlanın okulunun yanı başında tezgâh kurmuşlar. Biz de öğrendik. Kendi yöntemimizle icabına baktık, eh yara aldık, ama bacak kadar çocuklar kurtuldu.” Sedat Bey çok dertli. “Bak bacım” diyor, “devlet gençler dağa çıkmasın diye bu uyuşturucu işine açıkça göz yumuyor. Devlet için bir çocuğun hayatı kararmış önemli mi; yeter ki, dağa çıkmasın.”

“Devlete karşı bu kadar acımasız olmayın” diyecek oluyorum, “Bacım, görülen köy kılavuz istemez. Devlet burayı boşlamış, ne yaparlarsa yapsınlar, bu böyle” diyor.

“Ama bölgeye özel teşvikler çıkarıldı, PKK’nin bombalayarak işyerlerinin açılmasına engel olduğu söyleniyor.”

“O işin aslı öyle değil, teşvik verilenler Batı’dan gelen zenginlerdi. Toprağı çitlerle şöyle bir çevirip, parayı Batı’da yediler. Sonra da Diyarbakır’ın, bölgenin adı çıktı, ‘ölü fabrikalar bölgesi’ diye…”

Sedat Bey’in dört oğlu var. Oğullarından birini bu yıl everecek. “Kıza kaç kilo altın takacaksınız” diye soruyorum, çaylar yenilenirken, “Yok yahu bizimki, kiloyu bulmaz ama onu yapmak için bile bütün aile çalışıyoruz. Geçende ne duydum, meğer bizim hatun, ev parasından biriktirip kendine Cumhuriyet alırmış, ‘Hadi bunları geline verelim’ diyorum, ‘Yok’ diyor, ‘Bu benim geleceğim.’ Vermiyor. Zaten bizim hanımlara bir hal oldu. Hepsi Ali kıran baş kesen kesildi. Yanlarına varılmıyor.”

 

En büyük bela korucular

Ubeydullah ve Ali Karaer, Bismil’in Uğrak köyünden. Doksanlarda köyleri boşaltılmış ve 200 bin dönüm arazilerini bırakarak ailece Mersin’e göçmüşler. Mersin’de resmen sürünmüşler sonra köye dönüş yasası çıkınca köylerine dönmeye karar vermişler. Ama öyle kolay olmamış, meğer devlet otoritesini arkalarına alan, silahlı korucular, arazilerini işgal etmiş. Ekip biçmeye başlamışlar. Sadece onların mı, bütün köyün arazisi bizim demişler. Köye dönenlerle, korucular arasında çatışma çıkmış, bir kız çocuğu, bir kadın ve bir erkek çatışmada ölmüş, bunun üstüne devlet korucuların silahlarını geri almış ve toprakları eski sahiplerine vermiş.

Ubeydullah, “Bu korucular hepimizin başına bela oldular ve olacaklar” diyor ve devam ediyor, “sayıları 79-80 bini bulan ve on yıldır, devletten para alan ve her türlü illegal işi yapan bu kişilerin, kolay kolay silahlarını bırakacaklarını ben sanmıyorum. Bela çıkaracaklar, biz bunu yaşadık. Çok kişi de yaşayacak. Adam bedava yaşamaya alıştı bir kere, kolay iflah olmaz.”

İki kardeş de Nevruz’a katılmak için köylerinden kalkıp gelmişler. Yüzlerinde mutluluk. “Abla, şu barış bir gelsin! Bir şarjör boşaltmazsam, adam değilim.” Bir şarjör de az para değil.

Bu arada söz, ailelerden açılıyor, hemen herkesin en az dokuz kardeşi var. “Neden bu kadar çok çocuk” diye soracak oluyorum, “Abla” diyorlar, “bizim buralarda çocuk omuz demektir, çocuğun ne kadar çok olursa omzuna dokunan o kadar az olur. Buralarda dört beş çocuk yapanı ayıplarlar ve adamın adı çıkar. Beli güçsüzmüş diye.”

 

‘Okumak Diyarbakır’da hâlâ önemini koruyor’

Bir sivil toplum örgütçüsü Nurcan Baysal’ın ofisine, gitmeden hemen oracıktaki bir pazara dalıp, çağlalara dalıyorum. Tezgâhın başında gencecik bir adam. “Çağlayı ilk tadıyorsan, gülmelisin, gülmelisin ki, şansın meyveden yana bol olsun” diyor. Genç adamın sözlerini yerine getirip, gülüyorum. Bu işi üç yıldır yapıyormuş, aslında o bir öğrenci. Dicle Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okuyor. Söyle bakalım, “Orhan Pamuk mu, Yaşar Kemal mi” diyorum, “Hiçbiri” diyor, “ben Mehmet Uzun’cuyum.” Uzun genç yaşta ölen, Kürtçe - Türkçe yazan önemli bir romancı. “Tamam ama ötekiler de var.” “Tamam madem istiyorsun isteğin olsun, Yaşar Kemal” diyor.

Nurcan Baysal, belli ki, yerinde duramayan biri. Ankara Siyasal’dan mezun. Neredeyse yirmi yıla yakın bölgede geliştirilen çeşitli projelerde çalışmış bir sivil toplum örgütçüsü. Nurcan’a hemen soruyorum, “Bölgedeki kadın nüfusun politikleşmesinde, sokağa çıkmasındaki en önemli etken nedir?” “Bunun tek bir nedeni yok, birçok şey yan yana gelmiş durumda. Birincisi bölgenin yapısı gereği, kadınlar ve çocuklara yönelik pek çok proje hayata geçmiş durumda. Yani kadınlar toplumda varolabileceklerini bizzat yaşayarak görüyorlar. Gene kendilerini savunmasız hissettikleri zaman, başvuracakları pek çok örgüt var. Ve onlar bundan haberdarlar. Ayrıca bölgede BDP’nin olması pek çok pozitif ayrımcılığa yol açtı. Örneğin Bağlar Belediyesi’nde şöyle bir uygulama var. Kocası belediyede çalışan bir kadın gelip de, ‘kocam beni dövüyor’ diye şikâyet ettiğinde, kocanın maaşı elinden alınıp kadına veriliyor. Bu çok önemli bir uygulama. Öte yandan bu kadınlar özellikle çocukları dağda ölen ya da hâlâ dağda olan kadınlar, yalnız olmadıklarını biliyorlar. Birbirlerine el veriyorlar, ülkedeki bütün genç ölümlerinden haberdarlar ve çocuklarının haklarını almak konusunda, inatçılar. Ne yazık ki, şehit anneleri böyle bir örgütlenme içine giremediler. Örneğin ben elimdeki bir proje gereği, Orta Anadolu’ya da gittim, orada kadınlara ne istediklerini sordum, verdikleri yanıt ‘Kuran kursu’ oldu. Bu bölgede ise, iş ve hak isteniyor.”

“Bana Diyarbakır insanını anlatır mısın? Birkaç cümleyle.” “Zor” diyor, “ama temel bazı özelliklerden söz edebilirim. Birincisi okumak Diyarbakır insanı için her zaman önemli olmuştur, hele son yıllarda kızlarının okumasına çok önem veriyorlar. Ayrıca kentin geçmişinden gelen büyük bir hoşgörü vardır. Kimse kimsenin dini inancına karışmaz. En önemlisi, çok fazla hikâyesi olan bir kenttir.”

 

‘Barış için herkes elini taşın altına koymalı’

Nurcan Baysal’dan sonra kendimi Güneydoğu Sanayici ve İşadamları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Şahismail Bedirhanoğlu’nun plaketlerle dolu odasında buluyorum. Şahismail Bey, çocukluğu köyde geçmiş ve başkaldıran bir aileden geliyor. Onun köyünde pek çok çocuğun dedesi yokmuş, çünkü onun köyünde 28 kişi Şeyh Said isyanı sırasında idam edilmiş. Şahismail Bey, bir resim tutkunu, odasındaki Bülent Eczacıbaşı’nın armağanı Nuri İyem tablosunda üç Anadolu kadını bana gülümsüyor. Şahismail Bey’e hemen soruyorum, “Yeni başlayan bu barış dönemi neler getirecek?” Şahismail Bey, “Bu iş zor olacak” diyor, “savaş dönemi o kadar uzun sürdü ki… Şimdi yaralar nasıl sarılacak, bu kan davası nasıl bitirilecek? Herkes elini taşın altına koymalı. Siz de gördünüz kent işsiz, savaştan ötürü yorgun. Müthiş bir moral güce ihtiyaç var. Doğu ve Batı ayrımı kalkmalı, Batı-Doğu birlikte hareket etmeliyiz. Bu nedenle bütün partilerin bu işe gönül koyması gerekir. En çok da CHP’nin. Gelsinler misafirimiz olsunlar ve gidip gördüklerini Batı’da anlatsınlar. Her kesimin ikna edilmesi gerek.”

“Peki, siz bir işadamısınız” diye söz alıyorum. “Terör durduğunda bölgeye özellikle özel sektörün yatırımı olacak mı?” “Elbette” diyor, “özel sektör güveni sever ve bölge pek çok açıdan iş yapmak için çok verimli.” “Samimi bir soru sormak istiyorum. Sizce, bütün bu olup bitenlere Amerika Birleşik Devletleri’nin katkısı nedir?” “Vallahi ben Amerikalıların bir huyunu çok severim, çok nettirler, üç gün önce konsoloslukta bir yemek vardı ve konsolos ‘Biz Amerika olarak şimdilik olup biteni izliyoruz’ dedi. Doğrudur ama Irak - Türkiye boru hattının Amerikalılar istemediği için açılmadığını da biliyoruz. Amerika da Barzani ve Maliki arasında kalmak istemiyor.Yani bölge büyük güçlerin güçlerini sınadıkları bir bölge. İşimiz zor.”

Teşekkür edip ayrılıyorum. Diyarbakır’da akşam oluyor. Kadim surları seyrederek yürüyorum. Tepemden dehşet verici sesleriyle F-16’lar uçuyor.

 

‘Bayrak işkence aleti olarak kullanıldı’

Çaylar gelip gidiyor, yanımıza gelip gidenler de çoğalıyor. Bir ara söz Nevruz’da hiç Türk bayrağının olmamasına geliyor. Söze giren biri “Olmaz”, diyor, “olamaz!” Çevredekiler de ona katılıyor, “Türk bayrağı Nevruz’da olamaz. Nevruz bir kere resmi bayram değil”. “Ama PKK ve Öcalan bayrakları vardı” diyorum. “O başka” diyorlar, “orada biri Türk bayrağı çıkarsaydı, olay olurdu.” “Neden?” Orta yaşlı biri, “Bak” diyor, “ben sana anlatayım. Bölgede bayrak, bir işkence aracı olarak görülür. Çünkü cezaevinde, köyler boşaltılırken, hepimizin dedelerinin kanıyla yazılmış bayrağı, bize işkence etmek için kullandılar. Dilimiz dönmediği için söyleyemediğimiz İstiklal Marşı’nın her kelimesinde bayrağın sopasıyla başımıza vurdular. Daha da beterleri var, ben söylesem sen yazamazsın. O nedenden bu meseleyi geçelim.” Duruyoruz. Bayrağın buralarda bir işkence aracı olarak kullanıldığını çeşitli kesimlerden o kadar çok duyuyorum ki… Önce buradan başlamak gerek diye düşünüyorum, bayrağın hepimizin bayrağı olduğunu yeniden öğrenmeye başlamalıyız.

 

‘Kadınlar doğurdukça toksin atar, dinç kalır’

Yolumuz bu kez kahvede oturan kadınlarla kesişiyor. Dört kadınlar, biri ev hanımı, öteki ikisi kuaförlük kursuna gidiyor, biri de kuaför kursunun hocası. Öğlen tatilindeler. 29 yaşındaki Zühal liseyi bitirmiş bakmış ki, iş yok. O zaman ben bir ustalık öğreneyim demiş, kursa yazılmış, 35 yaşındaki Halime de öyle. İkisi de bekâr. “Ailelerinizle mi oturuyorsunuz” diye soruyorum. “Evet, şimdilik” diyorlar, “bir iş sahibi olunca kendimize ait bir evimiz olacak, inşallah”. “On yıl önce buralarda bir kadının bekâr, ayrı evde yaşaması söz konusu bile değildi” diyorum. “On yılda çok şey değişti. On yıl önce bir kız çalışmak istediğinde, dayak yerdi, şimdi bakın kahvenin bütün garsonları kadın.” “Sizce” diyorum, “bu kadar kısa zamanda bu değişikliğin nedeni nedir?” Hoca Azize Hanım söz alıyor, “Birincisi göç” diyor, “ikincisi bölgede çok sayıda özellikle kadın sorunlarıyla ilgili sivil toplum örgütü var. Bu kadın bilincini geliştirdi. Ayrıca kadınlar daha kolay iş bulabiliyor. Diyarbakır hoşgörülü, olgun bir kenttir. Kısaca Diyarbakır kadınları kabul etti.”

Herkese tek tek soruyorum, “Kaç kardeşsiniz?” diye, yanıt, “On üç, on iki”, ev hanımı Canan Hanım henüz iki çocukta. “Tabii ki, birkaç tane daha doğuracağım.” “Peki bu kadar çocuk kadını yıpratmıyor mu? Benim bildiğim bir kadının doğurganlık döneminde ancak dört çocuk yapma yeteneği var.” Hep birlikte gülüyorlar, “Bakın” diyorlar, “bizim buralarda bir inanış vardır, kadın doğurdukça dinç kalır. Çünkü kadın bedenindeki zehirler her doğumda dışarı atılır. Bizim annelerimiz hâlâ canavar gibi maşallah.”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları