Hikmet Çetinkaya

Merhaba Can... Merhaba Erdem...

05 Aralık 2015 Cumartesi

Uyanıyorum, masmavi bir gökyüzü dolduruyor odamın içini...
Koltukta kitap okurken uyuyakalmışım. Yves Bonnefoy’un sözcükleri, tümceleri içinde gözlerimi yummuşum.
Sabah saatin yedisi... Güneşli bir kış sabahı... Günlerden cumartesi...
Can Dündar ve Erdem Gül dokuz gündür Silivri zindanında.
Onlar daha erken uyanmışlardır...
Kafam karmakarışık, duygularım beni başka mevsimlere götürüyor...
Pencereyi açıyorum... Sert esiyor rüzgâr...
Devlet sırrını, gazeteciliği, Türkiye’nin IŞİD petrolleriyle olduğu öne sürülen ilişkisi, ABD Savunma Bakanı Ashton Carter’in Türkiye’ye ilişkin savları.
Carter, Türkiye’nin düzenlediği hava operasyonlarının çoğunun IŞİD’i hedef almadığını belirtip şöyle diyor:
“IŞİD’le mücadele konusunda Türkiye’nin daha çok inisiyatif almasına gereksinim duyuyoruz.”
Televizyon açık, haberleri dinliyorum...
Can ve Erdem kahvaltılarını çoktan yapmışlardır bu saatlerde. Gazeteleri okumuşlardır.
Kâğıttan tayyare yapmışlardır çocukluk günlerinde olduğu gibi.
Masalarının üzerinde kâğıt ve kalem vardır...
Bir şeyler yazmışlardır Bonnefoy gibi:
“Hangi solgunluk vuruyor seni, yeraltı ırmağı, hangi damar kopuyor ki sende, yankılanıyor düşüşün orada!
Ansızın kaldırdığın kol açılıyor, tutuşuyor. Yüzün geri gidiyor. Hangi sis saklıyor benden bakışını! Usul gölge uçurumu ölümün sınırı.
Sessiz kollar karşılıyor seni, başka bir kıyının ağaçları.”

***

O solgunluk, kimi sevdaları getirir insana ansızın... Sevgiyi getirir, duyarlılığı... İnsan olmayı, yaşamı kucaklamayı...
Geçer bugünler geçer, Can ve Erdem.
Kaldırdığın kol, ansızın, bir kapıya, beni, sizi, hepimizi, bu ülkenin tüm insanlarını aydınlatıp özgürleştirir Bonnefoy’un dizelerinde olduğu gibi.
Umudun meşalesi ele geçen varlıktır, aşktır, özlemdir, barıştır, kardeşliktir...
Orhan Erinç iki gün önce “tarihe not” düşen bir yazı yazdı.
Orhan, sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamalarını hepimizden iyi bilir. Perşembe günü köşesinde 60’lı yıllardaki “Üniversite Olayları”ndan yola çıkarak, 12 Mart “Ara ve Kara Rejimi”, 12 Eylül 1980 paşalarının dikta dönemini çok iyi anlatmıştı.
O dönemleri ben de yaşadım...
Darbeci komutanlar Cumhuriyet’e çok kızarlardı...
Kızdıkları için de gerekeni yapıp o bölgelere gazetenizi sokmazlardı...
Böyle baskıcı dönemlerde bile hiçbir gazeteci “casus” diye tutuklanmadı.
Gazeteci haber yazar!
Sizin yazdıklarınızı zaten uçan kuş bile biliyordu...
Bunun casuslukla hiçbir ilgisi yoktu!
Baskıcı askeri rejimlerde bile görmediğimiz bir hukuk uygulaması devreye girdi. “Şimdilerde sonsuz sayıda tutuklama olanağı sağlayan suçlardan birini iddiaya ekledin mi kimileri için tadına doyum olmuyor” diyor Cumhuriyet Vakfı Başkanı ve gazetemizin imtiyaz sahibi Orhan Erinç...
Demek ki ileri demokrasi (!) böyle oluyor benim yurdumda!

***

İleri demokrasimiz (!) paşaların baskıcı dikta rejimlerini aratıyor bana sorarsanız...
Orhan Erinç diyor ki:
“... Cemaatle ortaklaşa yönetilen kumpas, nice canları yakarak bitirildi ama tek başına sürdürülen kumpas ve vesayet sürüyor.
Sürmeseydi yasalarda yazılı kurallar yok sayılabilir miydi?”
Türkiye Gazeteciler Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nden (TGC) alıntıyı aktarayım ben de:
“Gazeteci, devleti yönetenlerin belirlediği ulusal ve uluslararası politika konularında önyargılara değil, halkın haber alma hakkına dayanır. Onu, mesleğin temel ilkeleri ve özgürlükçü demokrasi kaygıları yönlendirir.”
İşte böyle Sevgili Can ve Erdem...
Haydi söyleyin yeraltı ırmağı akarken hangi damar kopuyor içinizdeki sevgi pınarından?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları