‘Çağlayan 12 Eylül’ü aratıyor’

02 Nisan 2016 Cumartesi

Mevsimler, günler dönüyor… Kış birkaç gün içinde bahara döndü. Geçen hafta, çelik gökyüzü altında yağmurlu, soğuk bir günde buraya, Çağlayan’a gelmiştik.
Bu kez baktım ağaçlarda manolyalar boyvermiş. Yollarda “laleler” ve “erguvanlar” açmış. Hasret çektiğimiz güneş göz kamaştırıyor ama artık o dahi içimize oturan yoğun kasveti eritmeye, yok etmeye yetmiyor.
Bahar coşkusunun dokunduğu “dışarısı” ile gönlümüz arasına sanki bir yarık açılmış; “dış dünya” ve “iç dünyalar”ın arasına uçurum girmiş…
“Avrupa’nın en büyük adalet sarayı” Çağlayan’dan içeri bu duygularla girerken ana girişin olduğu merdivenlerde adaleti temsil eden dev iki kadın heykeli beni karşılıyor. Dünyanın tüm büyük adalet saraylarında olduğu gibi ikisinin de gözleri, önyargı ve etkiye kapalı olmak anlamında bağlı.
Gene tüm adalet saraylarında olduğu gibi ellerinde tarafsızlığın sembolü olan birer “terazi” ile bıçak gibi keskin yargı gücünü temsil eden “kılıç”lar taşıyorlar.
Demokratik kurallara aykırı biçimde “kapalı görülecek” Can ve Erdem’in davası kadar hiçbir şey; bize aslında bu heykellerin tanımladığı adaletten ne kertede uzak olduğumuzu anlatamaz.
Cumhurbaşkanı’nın doğrudan “müşteki” olduğu davada, adaleti dış etkilere “kör” kılan bütün göz bağları çözülmüş, terazi bir tarafa kaykılmış ve tabii bu durumda kılıç da yamulmuş.

‘Nasıl haber alacağız?’
Dündar-Gül davasının görüldüğü mahkeme salonunun bulunduğu 1. katta kalabalıkların koridor, hole yığıldıklarını görüyorum.
Davanın yapıldığı salona yönelirken önce Can’ın ak saçlı annesi Öznur Hanım’a rastlıyorum. Tansiyonu çıktığı için onu sadece aile fertlerinin girebildiği mahkeme salonundan çıkarıp bir banka oturtmuşlar. Ama Öznur Hanım’ın aklı ve kalbi oğlunun yanında kalmış. Beni görünce derin bir endişeyle, “İçerden nasıl haber alacağız?” diye soruyor. Amane benim, ne başkalarının Öznur Hanım’ın merakını giderecek yanıtımız yok.
İçine giremeyeceğimi bildiğim mahkeme kapısına ilerlerken tarihi bir “yoklama alırcasına” eski dostlar ve tanıdıklarla karşılaşıyorum. Ayşe Kulin’le birbirimize sarılıyoruz. Şafak Pavey’le kucaklaşıyoruz. İlerde “Umut Nöbeti” ile büyük bir meşale yakan, “orduya bedel” Mete Akyol oturuyor.
Ön saflarda içeri girmeye uğraşan ve bu en doğal hak için dahi kıyasıya mücadele etmek zorunda bırakılan bir avukat ordusu var. Jetonları geç düşen “yetmez ama evet”çi abiler de tam kadro buradalar.
Sezgin Tanrıkulu, Barış Yarkadaş, Gürsel Tekin gibi muhalefet vekillerinin yanında 12 Eylül faşizminin çemberinden geçen ünlü isimler göze çarpıyor. Süleyman Çelebi, Rıdvan Budak örneğin hemen yanı başımda duruyor.

‘Özel yetkili’ gibi
Budak “Ben 12 Eylül’de 4 yıl hapis yattım” diye anlatıyor: “Bugün burada o dönemdeki kadar dahi adalet dağıtılmıyor. 12 Eylül’de sanığın söz hakkı vardı. O hak bugün verilmiyor ve sanık konuşturulmuyor. 12 Eylül mahkemelerinin hâkimleri hukuka daha çok sadakat gösteriyordu. DİSK davasında yargılanırken biz ve avukatlarımız çok rahat konuşturuluyordu. Bu dönem o dönemi aratıyor. Uluslararası anlaşmalara taraf, AB adayı, sivil Türkiye yargısında bugün savaş hali koşulları geçerli!” “Savaş koşulları” derken Budak; “gizli oturumla görülen davaya isteyen hukukçuların ve milletvekillerinin girememesini” kastediyor. “Bu mahkeme fiiliyatta özel yetkili mahkemeler gibi çalışıyor!” diyen ve de baskının her türünü gördüğü yerde tanıyan Rıdvan Budak’ın bu acı tespitlerini dinlerken gözlerim bir yandan, Erdoğan’ın “eyy konsoloslar!” öfkesini çeken diplomatları arıyor.
Bugün Çağlayan’da onlar yok. Nedeni duruşmanın “gizli celse” yapılması.
Bir büyükelçi dostum, “kamuya açık her davaya diplomatların girebildiğini” hatırlatırken “gizli celse duruşmaların diplomatik kurallar içinde zorlanamayacağını” belirtiyor. İlk duruşmada patlak veren “eyy diplomatlar!” nöbeti ile her halükârda gereken mesajın Ankara’ya iletildiğini söylüyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yurttaşlara mektup 28 Nisan 2024
Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları