Olaylar Ve Görüşler

İnfaza Dönüşen Tutuklamalar

07 Ocak 2017 Cumartesi

Yargılamada kural, tutuksuz yargılamadır. Tutuklu yargılanmak için, hem yasalarımızda hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) belli ve istisnai koşulların varlığı gerekir. Bunların başında, sanığın atılan suçu işlediğine dair çok kuvvetli ve somut delillerin olması, sanığın yargılama sırasında kaçması, saklanması, delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme, tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapma girişiminde bulunması gibi somut ve kesin delillerin olması gerekir. Tutuklandıktan sonra ise, yargılama sırasında, tutukluluğun devamı için tutuklama nedenlerinin, makul sebeplerin devam ediyor olması şarttır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) göre, bir süre sonra bunlar da yeterli değildir. Tutuklama nedenlerinin devam edip etmediğinin de somut gerekçelerle izahı gerekir. Bu gerekçelerin “önemli” ve “yeterli” bulunmaması hali, adil yargılama hakkının ihlali sayılır (AİHM, Tomasi-Fransa davası, 1992; Labita-İtalya davası, 2000). Tutuklamayı sürdüren gerekçelerin mevcut olması halinde ise ulusal mahkemelerin serbest bırakılmayı mümkün kılacak unsurları (kefalet, polis gözetimi gibi) dikkate alması ve bu şekilde yargılamayı tutuksuz sürdürmesi gerekir (AİHM Jablonski- Polonya davası, 2000).
Tutukluluğun, sadece iç hukuk yönünden değil, aynı zamanda tarafı olduğumuz AİHS çerçevesinde de değerlendirilmesi gerekir. Bu nedenle tutukluluk süresine sadece Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) 102. ve 252. maddeleri değil, AİHS 5. ve 6. maddeleri ve AİHM içtihatları yönünden de bakmak gerekir (Aynı mahiyette AİHM, Brogan-Birleşik Krallık davası, 1988). Bu çerçeveden bakıldığında, uygulamada AİHS ve AİHM içtihatlarının birlikte değerlendirilmediğini, çok kolay ve keyfi olarak tutukluluğa karar verildiğini görmekteyiz. 12 Eylül faşizmi döneminde, sıkıyönetim mahkemelerinde bile bu kadar kolay tutuklamalara ve hukuksuzluklara tanık olmamıştık. Yargı da bu denli siyasallaşmamıştı.
Ülkemizde tutuklamalar, artık bir koruma tedbiri olmaktan çok, peşin cezaya, infaza dönüşmüş durumdadır. Tarafsızlıkları ve bağımsızlıkları tartışılan sulh ceza yargıçlıklarımız, tutuklama ve tutukluluk halinin devamına ilişkin kararları çok kolay, gerekçesiz ve kalıplaşmış klişe cümlelerle vermeye başladılar. Bu da Türkiye’nin insan hakları karnesini çok olumsuz etkilemektedir.
Hukuk devletinin ve insan haklarının yerleştiği ve içselleştirildiği ülkelerde, tutuklu sayısı, mahkûm sayısının üçte biri veya dörtte biri oranındadır. Yani cezaevindeki her üç veya dört kişiden biri tutuklu, gerisi hükümlüdür. Bizdeki duruma bakıldığında, 1980’li yılların ikinci yarısında cezaevlerinde % 35 tutuklu (davası devam eden), % 65 mahkûm (davası bitmiş) vardı. 1990’lı yıllarda % 40-45 oranında tutuklu, % 55-60 oranında mahkûm vardı. 2002’den sonra hızla tutuklu sayısının hükümlü (mahkûm) sayısını geçtiğini görüyoruz. 2004 yılında tutuklu sayısı % 55, hükümlü sayısı % 45, 2006’da tutuklu % 63, hükümlü % 37, 2008’de tutuklu % 60, hükümlü % 40 olmuş. Şimdilerde bu oran, tutukluluk aleyhine epeyce artmış durumdadır.
İtham (suçlama) ile beraat oranlarına baktığımızda ise, ortalama olarak % 45 civarında itham, % 22 oranında beraat kararı verildiğini görüyoruz. Açılan ceza davalarında verilen mahkûmiyet oranlarına bakıldığında; Japonya’da % 99.9, Çin’de % 99.6 , Kore’de % 99.6, Fransa’da % 98.9, Almanya’da % 96.5, İsveç’te de % 94.7, Türkiye’de ise %70. Bu durum, ülkemizde yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı sorunuyla birlikte, kamu davalarının açılmasındaki özensizliği de göstermektedir. Bu veriler, yüksek tutukluluk oranıyla birlikte yorumlandığında, Türkiye’de çok yüksek oranda haksız tutuklama kararı verildiğini ortaya koymaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına göre, ancak şu dört durumda sanık tahliye edilmez, tutukluluğunun devamına karar verilebilir:
1- Sanığın duruşmalara katılmaması.
2- Tahliye edildiğinde adaletin işleyişini bozmak için girişimde bulunması.
3- Başka suçlar işlemesi.
4- Düzeni bozma riskine ilişkin somut ve kesin deliller bulunması.
Bu koşulların hiçbiri somut olarak yoksa, örneğin seçilmişleri, üniversite hocalarını, aydınları ve gazetecileri soyut ve matbu gerekçelerle cezaevinde tutamazsınız. Türkiye zaten AİHM’de hemen her davada tazminata mahkûm edilmektedir. Tazminata mahkûm edilirken de Türkiye’nin insan haklarını ihlal eden bir ülke olduğu, tüm dünyaya ilan edilmektedir.
AİHM’nin Türkiye ile ilgili olarak verdiği onlarca ihlal ve tazminat kararında kriterler bellidir. AİHM’ye göre, tutuklu kişinin suç işlediğine dair haklı şüphenin devam etmesi, belirli bir süreden sonra tutukluluğun devamı için yetmez. “Kaçma tehlikesi, delillerin durumu” gibi klişe ifadeler, tek başına tutukluluğun devamını gerektirmez. Tutukluluğun devamı için, ancak özgürlüğe saygı kuralından daha ağır olarak ortaya çıkan, gerçek bir kamu yararı gereğinin somut delillerinin bulunması gerekir.
Evrensel ilkeler ışığında baktığımızda, yerleri yurtları belli, kaçma şüphesi olmayan ve görevlerinin başındaki seçilmiş milletvekillerinin, belediye başkanlarının, aydınların ve gazetecilerin tamamının tutukluluklarının hukuka, mevcut anayasaya, AİHS’ye ve AİHM içtihatlarına aykırı olduğu açıktır.
İktidarın son zamanlarda Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa Konseyi’ne yönelik tavırları, önümüzdeki süreçte AİHM’den gelecek mahkûmiyet kararlarının mazeretlerini hazırlamaya yönelik olmasın?  

KEMAL AKKURT
Sosyal Demokrat Avukatlar
Derneği Başkanı



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları