Sessiz bir çığlık...

05 Kasım 2017 Pazar

Kapıyı çalmanıza bile gerek yok... Kapı açık zaten... Kapıdan geçmeden önce bahçenin tadını çıkarın... Devasa ağaçların, yeşilliğin, özenle yerleştirilmiş birkaç sanat eserinin tadını, keyfini çıkarın... Doğayla sanat arasında gidip gelirken zamanı düşünün... Dünü bugünü, yarını... Geçen ve geçmeyen zamanı... Nakkaştepe Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeyiz... 15. İstanbul Bienali’nin “Kapı Çalana Açılır” sergisinde...

Saldırı sonrası
Ah evet, bilmez değilim! Çoğu kimsenin bu sergiden ancak birkaç zorba tarafından saldırıya uğrayınca haberi oldu... Sosyal medyada haksız kışkırtmaların yol açtığı bu saldırı, bu vandalizm, koruma görevlileri tarafından durdurulacaktı.
Şömineye mihrap; sanata ahlaksızlık dediler; cehaletle şiddeti buluşturdular... Bu buluşmadan geriye, utanç ve rezilliği saymazsak sergiye çok geniş bir ilgi ve izleyici akını kaldı...
Sergi, Ömer Koç Koleksiyonu’ndan, kimi Türkiye’de ilk kez sergilenen 30 eseri bir araya getirdiği için saldırı sonrasında Koç Holding bir açıklama yapma gereğini duydu. Açıklamayı bu sayfalarda okudunuz, tekrarlamayacağım. Sadece şunun altını çizeceğim: Toplumsal kalkınmada, düşünce özgürlüğü, kültür ve sanatın önemini vurguladıktan sonra “Kendisine hitap edeni sanat olarak görüp etmeyeni hayal gücü ve aşırılıklar üzerinden tehdit ve baskı unsuru olarak kullanmaya çalışmak, sığ bir yaklaşımdan öteye gidemez ve kabul edilemez” deniyordu.

Doğa ile sanat arasında
Artık sergiyi dolaşabiliriz... Osmanlı’nın son dönem önemli yapılarından Abdülmecid Efendi Köşkü de bahçesi de muhteşem! ... Bahçenin tadını çıkarırken sakın ola bir sanatçının başka bir sanatçıyla “atışması” ya da “meydan okuması” diyebileceğim, akıp gitmekte olan “Aşk” heykelini (Gimhongsok) ve köşkün önünde nöbet tutan madalyalı üniformalı gergedanı (sanatçısı bilinmiyor) gözden kaçırmayın... Köşkten içeri girdiğiniz anda başka bir dünyadasınız... Zaman durmuş ya da donmuş... Sanki... Ama aynı zamanda hayat devam ediyor duygusu... Durağanlıkla devinim, ölümle yaşam, dünle bugün, bugünle gelecek... Siz bu zıtlıklar arasında gidip gelirken aynı zamanda köşkün restore edilmiş haliyle sergilenen eserler arasında da gidip geliyorsunuz...

Sizi karşılayan kuğu ne zaman vuruldu ki... Elbet kuğuları da vururlar... Ya şu güç ve erk simgesi aygır kaçınılmaz ölümü beklerken boşlukta çırpınan bacaklarıyla kime yakarıyor? Katiline mi, kurbanına mı? (İkisi de Daphne Wright’ın eseri.)
Ama sadece atları, kuğuları değil, çocukları da vururlar, kimi yerde... Zaten her iki esere de bakarken, “Tıpkı çocukları da vurdukları gibi...” tümcesi gelip yerleşmedi mi içime...

Huzursuzluktan sanatın büyüsüne
Sergide yer alan Türkiye’den ve dünyadan 24 sanatçının 30 kadar yapıtını burada tek tek sizlerle paylaşmam olanaksız... Tüm eserler 1700’lerden günümüze geniş bir döneme yayılıyor... Sergide Türkiye’den Semiha Berksoy, Leyla Gediz, Anıl Saldıran, Yaşam Şaşmazer, Ekin Saçlıoğlu ve Taner Ceylan’ın eserleri var...
Sergiyi dolaşırken sık sık şaşırıyorsunuz. Sizi şaşırtan sadece zıtlıklar, çelişkiler değil. Sizi en çok şaşırtan gerçekle gerçekdışılık, doğal olanla olmayanın birlikteliği, sahiciyle yapaymış gibi duranın iç içeliği... Bunları çözmeye çalışırken bir de bakıyorsunuz, zaman içinde, tarih ve coğrafya içinde, anılar, tanıklıklar ve çağrışımlar içinde bir yolculuğa çıkmışsınız... Sergi, sizin, eserlere yüklediğiniz anlamlarla ilerliyor... Ve bir de bakıyorsunuz, yolculuk boyunca duyduğunuz huzursuzluk yerini sanatın büyüsüne bırakmış... (Sergiyi görünce saldırı daha da ilkel, daha da korkunç geliyor insana!)
Huzursuzluğu sanatın büyüsüne çevrilmesinde sergilemenin de çok önemli payı var. Başta “Kapı Çalana Açılır” sergisi kuratörleri Melih Fereli ve Károly Aliotti olmak üzere emeği geçen herkesi kutluyorum. İstanbul Bienali 12 Kasım’da kapanıyor. Gezerken, sergi kitapçığını yanınızdan ayırmayın...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları