Kendini yaratan kadın: Serra Yılmaz

21 Aralık 2017 Perşembe

Avrupa Tiyatrosu Festivali için Roma’daydım. Bu yıl 16’ncısı gerçekleştirilen “Premio Europa Per Il Teatro” çok zengin bir program içeriyordu... Mussolini’nin balkondan ünlü konuşmalarını yaptığı Venedik Sarayı, festival merkeziydi... Dünya çapındaki tiyatroculardan konferans ve panelleri orada izliyor; görkemli salonlarda günde iki oyun seyrediyorduk... Bu yoğun programdan kaçıp kendimi festival dışı Roma’nın en prestijli tiyatrolarından birine attım: Teatro Parioli’ye. Çünkü orada bir arkadaşım, tek kişilik bir oyun oynuyordu... “Arkadaşımı” görmek için gittiğim oyunda, böylesine başarılı teatral bir “mücevherle” karşılaşacağımı; böylesine büyük bir tiyatro tadı alacağımı elbette ki bilmiyordum... Arkadaşım, Serra Yılmaz’dı.
Bu yazının başlığını kısaltmak durumunda kaldım. Doğrusu “Kendini her daim yeniden ve yeniden yaratan kadın” olmalıydı... Onu bin yıl önce Dostlar Tiyatrosu’nun bir oyuncusu ve ünlü bir babanın gazeteci, yazar, eleştirmen sinema insanı Semih Tuğrul’un sevgili kızı olarak tanıdığımda çok gençti. Sonra mükemmel dil bilgisiyle (Fransızca, İtalyanca vb.) kâh Avrupa Parlamentosu’nda cumhurbaşkanlarına, kâh İstanbul’da Papa’ya ya da önemli politik olaylarda çevirmenlik yaparken izledik onu. Halit Refiğ, Atıf Yılmaz ve Zeki Ökten’in filmlerinde oyuncuydu, Ferzan Özpetek’in filmlerinin ise “olmazsa olmaz”ıydı... Önceki akşam Roma’da Teatro Parioli’ye giderken onu nicedir tiyatroda izlemediğimi düşünüyordum...
“Griselidis: Bir Fahişenin Anıları”- Fırtınalı bir hayat yaşamış, çok yetenekli çok boyutlu, yazar, ressam ve hayat kadını Griselidis Real’in (1929 – 2005) kitaplarından yola çıkarak bir tiyatro sanatçısı Coraly Zahonero’nun yazdığı oyundu. Juan Lopez’in rejisinde, müzisyen Stefano Coco Cantini, Serra Yılmaz’a eşlik ediyordu.
Sahnede dört duvar arasına sıkışmış kadın, dünyayla, kendiyle, geçmişiyle, anılarıyla hesaplaşırken; adeta hayattan intikam alıyordu. İntikam aldıkça da özgürleşiyordu. Serra Yılmaz, çok yalın, çok dingin, dolaysız oynama /anlatma biçimiyle, bütün bu duyguları, salonu dolduran tüm seyirciye tek tek gözlerinin içine bakarak geçiriyordu. Müzisyenle oyuncunun diyaloğu ve ilişkisi sadece bu duyguların altını çizmekle kalmıyor aynı zamanda bu bir saatlik mücevherin ritmini, büyülü atmosferini gerçekleştiriyordu. Metin, ışık, dekor, müzik ve oyunculuk bir arada eşsiz bir tiyatro tadı veriyordu.

Festivalin ağır topları
Dönelim Avrupa Tiyatrosu Festivali’ne:
Heiner Müller’in “Hamletmachine” adlı ünlü oyununu bu kez geçen yüzyıla damgasını vurmuş bir yönetmen Bob Wilson’un sahnelemesiyle izledik... Yıllar geçtikçe Wilson’un tiyatrodan uzaklaşıp plastik sanatlara daha çok yoğunlaştığı görülüyor. Sonsuz estetik kaygı, matematiksel bir denge cambazlığı, şaşırtıcı ışık ve gölge oyunları... Sonuç: çarpıcı kusursuz görüntülerin tekrarı... Ancak bunların tümü ruhumuza seslenmekten galiba artık biraz uzak kalıyor...
Yine geçen yüzyıla damgasını vurmuş bir başka ustadan Peter Stein’dan “2. Richard” oyununu izledik. Shakespeare’in bu az oynanan eserini genç bir ekiple çalışan Stein, sahnede Rönesans tablolarını anımsatan birbirinden güzel resimler oluştururken o genç oyuncuların o resimlerin içini doldurup doldurmadıkları tartışılırdı.
Festivale katılan ve günümüzün tiyatrosunun yükselen yıldızları diye bilinen genç ve deneysel toplulukları birkaç satıra sığdırmak zor, başka bir yazıya bırakıyorum.
Festivalin doruk noktası ise Isabelle Hubert ile Jeremy Irons’lı sahnede Harold Pinter’ın “Küller Küllere” (Ashes to Ashes) oyunuydu. Nazi soykırımına göndermelerle müthiş acıyı ve reddedişi, bir kapana (bir odaya) kısılmışlıkla kabullenen ve yadsıyan ve can çekişen bir kadınla bir erkeği bu iki ustadan izlemek, her kelimeyi, her duyguyu iliklerimizde duymak, eşsiz bir deneyimdi.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Nice 100 yıllara 9 Mayıs 2024
Dans hayattır 2 Mayıs 2024

Günün Köşe Yazıları