Balbay’dan Özgürlük Dersleri...

16 Aralık 2013 Pazartesi

Bir gazeteci düşünün. Sadece mesleğinin gereklerini yerine getirdiği için ülkesinde en olmayacak suçlardan ve hukuk adına ancak adaleti lekeleyebilecek kanıtlarla(!) yargılanmaya başlasın; üstelik de tutuklu yargılanmasına karar verilsin.
Bu tutukluluk hali neredeyse beş yıl sürsün ve ortada hâlâ bir kesin hüküm olmasın. Sonra günlerden bir gün, ülkenin Anayasa Mahkemesi “aşırı tutukluluk süreleri”ne ilişkin bir karar versin ve beş yıla yakın tutukluluğunu parmaklıkların arkasında geçiren gazeteci de tahliye edilip “özgürlüğüne” kavuşsun.
Kavuşulan bu özgürlük, tahliyeden “sonraki” özgürlüktür.
Özgürce yaşanabilecek iken hapiste geçirilen yılların yerini tutmaz.
O yıllar boyunca dışarıdaki bütün sevilenlere, parmaklıkların kalın çizgileri ile dilimlenmemiş bir gökyüzüne, beş yıl boyunca taşların buz gibi soğukluğu ile mayalanmış gündoğumlarına ve günbatımlarına duyulan hasretin ateşinden geri kalan yanık izlerini silmez. Dahası, kimi zaman bunca uzun sürmüş bir haksız tutukluluk süresi, Nazilerin toplama kamplarından kalan bir deyişle, hapis kalanın “entelektüel ölümüne” bile yol açmış olabilir. Bu “entelektüel ölüm” ile dile getirilmek istenen durum, haksız yere hapiste kalan aydın bireyin sonunda, başta özgürlük kavramı olmak üzere, insanı insan kılan bütün değerlere kuşkuyla bakmaya başlaması, dahası onlara duyduğu inancı yitirmesi durumudur.
İkinci Dünya Savaşı’nın son bulmasıyla birlikte Nazilerin toplama ve ölüm kamplarından kurtulabilen aydınlardan bazıları, “kurtulmalarından” yıllar sonra intihar ettiler. Onlar, hapisteyken “entelektüel ölüm” ile ölmüş kişilerdi, ve bu nedenden ötürü de aslında “kurtulamamışlardı”.
Mustafa Balbay, tutukluluğunun ilk gününden son gününe kadar bu türden bir “entelektüel ölüm”e karşı koydu. Bunu, hapiste geçirdiği o uzun süre boyunca özgürlüğünden bir an bile vazgeçmemekte direndiği için başarabildi.
Burada bir “kendini avutma durumundan” söz etmiyorum. Yani Mustafa Balbay, kendini “entelektüel ölüm”den örneğin: “Ben aslında hapiste değilim!” gibisinden bir masal ile korumadı. Tam tersine, savaşımını hep “haksız yere hapis yatmakta olan biri” kimliğiyle, ama “hiçbir hapislik durumunun ruh özgürlüğünü zedeleyemeyeceği” bilinciyle sürdürdü. Hapis yatan bedenine karşın, ruhu öylesine özgürdü ki, hapishanenin kapıları açılır açılmaz oradan “çoğalarak çıktığını” söyleyebildi. “Artık özgürlükleri konuşmamız gerekiyor” diyebildi. Ve demir kapılar açıldığı gün taşıdığı ruh, ona “çocuklarıma kin ve intikam duyguları taşımayacağım” dedirtebilecek kadar sapasağlam bir ruhtu.
Montaigne, dış dünyadan kaynaklanarak başımıza gelenlerin bizi sürükleyebileceği yıkımlardan korunmanın en emin yolunun, ruhumuzda çok sağlam bir “iç kale” inşa etmek olduğunu söyler. Çoğu yazdıklarında her zaman bir deneme tadı bulduğum Sevgili Mustafa Balbay da hapiste geçirdiği yıllar boyunca kalemini elinden hiç bırakmamakla, ruhunda aslında ne kadar yıkılmaz bir “iç kale” inşa edebilmiş olduğunu kanıtladı.
Böylesine güçlü ve kalıcı bir “özgürlük dersi” verebildiği için ülkemin hem bugünkü insanları, hem de bütün gelecekteki kuşakları adına Mustafa Balbay’a teşekkür etmeyi onurlu bir borç sayıyorum…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları