Cumhuriyetin çizgileri…

14 Kasım 2016 Pazartesi

(Aşağıdaki paragraflarda okuyacağınız satırların çoğunu yıllar önce, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 75. yıldönümü nedeniyle yine bu sütunlarda yazmıştım. Yeniden okuduğumda aradan geçen 18 yılda -çok daha kötüye gitmenin dışında- değişen bir şey olmadığını görünce, o yazıyı kısmen güncelleştirerek yinelemenin yararlı olacağını düşündüm.)
Böyle bir yıldönümünde gerçekçi hesaplaşmalar, en az coşkulu kutlama eylemleri kadar önemlidir. Çünkü bu hesaplaşmaların önemsenmemesi durumunda en coşkulu kutlamalar bile sonunda iz bırakmadan sönüp gidecek bir ateşten farksız olur. O halde Cumhuriyetin çizgilerinin dünden bugüne çizdiği rotayı sürekli gözden geçirmek çok önemli. Ve bu bağlamda “Bugün nasılız, nasıl ve nerede olmamız gerekirdi” sorusunun rehberliğine başvurmamız gerekiyor.
Hep Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘kurtarıcılığı’ ile yetinmek…
Bugün Atatürk, hem düşünce hem eylem bağlamında hâlâ sadece bir kurtarıcı olarak özlenmemeliydi! Çünkü o, daha yaşarken kurtarıcılık misyonunu tamamlamış, onun ardından da hep düşünceleriyle yorumlanmasını ve hatırlanmasını vasiyet etmişti.
10 Kasım 1938’de ölen Atatürk’e bugün hâlâ kurtarıcı olarak ihtiyaç duymamız, onun ardından bu ülkeden gelip geçmiş kuşaklara, özünü 1938’den bu yana geçen zamanın hesabını verememekten kaynaklanan çok vahim bir iflasın gölgesini düşürür.
Bugün Atatürk’ün düşüncelerinden çok kurtarıcılığına duyulan özlem, onun çok sağlam temeller üzerine inşa ettiği, kalıcılığı için de kendisi yaşarken düşünülebilecek hemen bütün önlemleri aldığı bir Cumhuriyeti sonradan ne ölçüde taşıyabilmiş olduğumuzu ciddi biçimde sorgulamamızı gerektiren bir nedendir.

Kolektif bir suçun sorumluluğu…
Gönül isterdi ki, Cumhuriyetin yeni bir yaş gününde onun kurucusunu en derin vefa ve şükran duyguları ile hatırlayabilelim, ama bunu yaparken de o Cumhuriyeti götürdüğümüz yerler ile haklı olarak övünebilelim. Oysa Cumhuriyetin en temel ilkelerinin hâlâ çok ciddi tehlikeler ile karşı karşıya olması, aradan geçen zaman boyunca etkin olmuş bütün resmi ve sivil çevrelerin, ve bu arada aydın olma adına en korkunç aymazlıkları sergilemiş “meslekten” aydınların bugünün gençlerinden yalnızca özür dilemelerini gerektirebilir.
Atatürk, eylemlerine hep düşünceyi temel alan, belli bir amaca yönelik eylemler tamamlandıktan sonra da hep düşüncenin sürekliliğini hedeflemiş ender devlet adamlarındandı. Bundan ötürüdür ki, bağımsız bir devlet kurma işini tamamladıktan sonra kendini geleceğin eleştirel düşünebilen kuşaklarını yetiştirmek gibi bir hedefe adamıştı.
Ama onun ardından biz, zaman içersinde önce özgür düşünebilmenin yollarını tıkadık. Atatürk’ü bile genç kuşaklara anlatmak yerine ezberletmeyi yeğledik! Köy Enstitülerini kapatmakla, Anadolu İhtilâli’nin ilim, irfan ve özgürlük damarlarını daha en baştan tıkadık.
Bu, topluma karşı işlenmiş kolektif bir suçtu – ve herhangi bir toplumda böyle bir suç işlenmiş ise eğer, o toplumda hiçbir birey sorumluluğu sadece tek tek partilere, kişilere yükleyerek masumiyet iddiasında bulunamaz!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları