‘Pencere’ varsa, başka dünyalar da vardır…

11 Nisan 2016 Pazartesi

Nicedir içinde yaşadığımız, kapkara bulutlarla sarılı ortamda 6 Nisan Çarşamba akşamı bir tiyatroya gittim. “Oyun Atölyesi”nin yeni oyunu “Pencere”yi izledim. İngiliz yazar David Hare’in iki perdelik oyunundan beklentim, birkaç saat olsun beni içinde artık boğulmak üzere olduğum bir iklimin gerçeklerinden uzaklaştırmasıydı.
Ama tam tersi oldu.
Daha doğrusu, karşılaştığımız her gerçek sanat eseri bizi nereye götürürse, “Pencere” de beni kolumdan tutup o noktaya sürükledi. Gerçeklerimizi unutturmak bir yana, tam aksine, onlar bağlamında kendimizle, üstelik şu ana kadar alışageldiklerimizden çok farklı yollardan geçerek, tam damardan hesaplaşmak zorunda kalacağımız bir âleme sürgün edildim.
O akşam, “Pencere”nin perdeleri kapandıktan sonra salondan kaçarcasına çıkarken yaşadığım, tam anlamıyla buydu. Bir tiyatro salonundan kaçmak kolaydı elbet - ama oraya iki adım ötedeki kendi dört duvarımın arasına sığındıktan sonra nereye kaçacaktım?

Umarsız bir ‘dejavu’ ile karşılaşmak…
Aynı yazgı ile yıllar önce, Angelopoulos’un o unutulmaz “Sonsuzluk ve Bir Gün” filminde, film boyunca geçmişini ziyaret eden adamın hastanede yatan ve artık bu dünyaya ait hiçbir şeyi algılamayan annesine sorduğu soru yüzünden karşılaşmıştım: “Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?”
Pencere”nin beni ezen sorusu ise şuydu: “Sen ki, şu anda haklı olarak içinde yaşadığın ortamda olup bitenleri çözümlemek ve yargılamak peşindesin, hiç kendine o pencerelerden bakabildin mi? Kendinle hesaplaşmalarında dürüst olabildin mi?”
Pencereler”, bu konuda elbet yardımcı olabilir. Ama o pencerelerin açıldığı yerleri doğru görmeye hazır olmak koşuluyla!
Oyun Atölyesi”nde başlayan üç kişilik -Esra Bezen Bilgin, Haluk Bilginer ve Kürşat Demir- Pencere”den bakmaya giderken, kanımca işte böyle bir vurgun yemeye hazır olmak gerekiyor. Haluk Bilginer, oyunun kitapçığı için yazdığı “Sanat ve Ahlak Üzerine” başlıklı yazının bir yerinde şöyle demiş: “David Hare bu oyunda, bir zamanlar sevgili olan iki kişi tekrar birlikte olabilir mi sorusunu irdeliyor. Her şeyi parasıyla halletmeye çalışan ama zenginlikten nasibini alamamış bir adamla, ideallerini kendine siper etmiş bir kadın. Hangi Pencere’den bakmalı geleceğe? Kimin dünyasına boyun eğmeli? Kibir var oldukça ve sadece kendi penceremizden bakarak bir gelecek kurmak mümkün mü?”

Geçmişin içsel hesapları kapatılmadan…
Yanıt, seyircide. Elbette herkesin yanıtı da kendine. Bundan kaçış yok. Ama bunun için seyirciye sunulan malzeme, dört dörtlük. Yönetmen Birkan Uz, oyunculuklar arasındaki dengeye gösterdiği titizlik ile neredeyse olanaksızı başarmış. Oyunculara gelince, tümü de seyirciyi eleştirel düşünmeye zorlama gücünü yalınlıklarında aramışlar ve bulmuşlar. Öte yandan karakterlerin en genci -henüz yirmilerinde- Edward’ın geçmişi, öteki iki karakterin aksine henüz verilememiş hesaplarla yüklü değil; bu durum, Kürşat Demir’in oyunu aracılığıyla bir başka karşılaştırmanın kapılarını çalıyor. Bütün bunlara Gamze Kuş’un usta işi sahne tasarımı da eklendiğinde, alın size görünüşteki sıradanlığı(!) ile sırılsıklam bir politik tiyatro!
Evet, tıpkı Angelopoulos’ta olduğu gibi, David Hare’in oyununda da “suçüstü” yakalanmak var!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları