Ressam Sadi Bey’in Son Tablosu…

02 Ocak 2017 Pazartesi

Sanki bir roman başlığı. Ve aslında, gerçekten de öyle. Çünkü ilk romanım “Kıyıdaki Adam”ın yayımlanışından neredeyse on yıl sonra yazmaya başladığım romanın adı.
Konu ile başlık, aklıma eşzamanlı gelmişti. Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde, çok eski bir binanın en üst katından aşağıya bakarken, romanın başkişisi Ressam Sadi Bey’in evini ve atölyesini barındıran dairenin ancak bu sokakta olabileceğine karar vermiştim. Sadi Bey, yaklaşık altı yıldır sergi açmamış bir ressamdı. Ve altı yıldır “Kötülük” diye adlandırdığı, kimselere göstermediği tek bir tablo üzerinde çalışıyordu. Resmi bir türlü bitiremeyişinin nedeni, kendi deyişiyle, nicedir yaşadığı ülkeye egemen olan bir genel durumu fırçasıyla yeterince somutlaştıramamasıydı. Çünkü ülkeye değgin hangi somuttan yola çıkarsa çıksın, biçimlendirdiği somutlaştırmalar genel bir kötülük atmosferini yansıtamıyordu. Sanki kafasındaki kötülük teması önüne geçilemez şiddette bir sel baskınıydı ve tüm engelleri daha boyalar kurumadan yıkıyordu.

Her gerçekliğin travestisiyle yetinen bir dünya…
Ressam Sadi Bey’in tablosu üzerinde düşündüğü sıralarda taşındığı apartman, şehrin o semtinde genellikle travestilerin yaşadığı bir sokaktaydı. Sanatçının böyle bir muhiti seçmesinin nedeni, resmi aracılığı ile oluşturacağı kötülük imgesi ile yaşanılan gerçeklik arasında olabildiğince yoğun bir bağlantı kurabilme kaygısıydı; zira Sadi Bey’e göre yaşadığı ve bir zamanlar, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde eski bir imparatorluğun yıkıntıları üzerinde bir cumhuriyet olarak kurulan ülkesinde şimdi, yani üçüncü bin yılın başlangıcında artık -adı ne olursa olsun- her gerçekliğin kendisi değil, fakat dönmesi geçerliydi. Hal böyle olunca, zamanla ülkenin ezici çoğunluğu kavramların insana düşünmenin kapılarını açan kulvarlarında değil, ama salt görünüşte var olan, düzmece veya taklit içeriklerden oluşma yanılsamalar dünyasında yaşamaya başlamıştı. Ve her yanı kaplayan kötülük, işte buydu!

Kendiyle yüzleşememenin trajedisi…
Ressam Sadi Bey’in asıl sorunu, bu kötülüğü yeterince soyutlaştıramamaktı. Onun romanının yazarı olarak ben, soyutlama bağlamındaki bu yetersizliğin en güçlü olası nedenini Sadi Bey’in aslında kendi kendisiyle yüzleşmekten çekinmesinde aramak niyetindeydim. Ne var ki, ben de romanın tam o noktasına vardığımda takılıp kaldım. Çünkü ben de kafamda beliren bir sorunun yanıtını bulamıyordum: Acaba Ressam Sadi Bey’in kötülüğü soyutlaştırmaktaki yetersizliğinin kaynağını kendisiyle yüzleşmekten korkmasında ararken, ben de roman düzleminde aslında bir ölçüde kendimle yüzleşmekten korkmaya mı başlamıştım? Ben, Ressam Sadi Bey’in dünyasını sarıp sarmalayan kötülüğün ne ölçüde bir parçasıydım? Bu soruyu yanıtlayamadığım sürece, yazma hakkımdan kuşkulanmam gerekmiyor muydu?
Romanın son satırlarında Ressam Sadi Bey bir akşam ani bir kararla yüzüne yağlı boyalarla işe çıkan travestileri çağrıştıran bir makyaj yapar ve apartman komşusu olan bir travesti ona: “Bu ne hal Sadi Ağabey” diye sorduğunda, şöyle der: “Kötülük adlı resmimi neden bitiremediğimi anladım sonunda! Tuvali yanlış seçmişim! Böyle bir resmin tuvali olarak önce kendi yüzümü kullanmam gerekiyordu!” Bu, aynı zamanda roman yazarının da örnek alması gereken bir tavır olabilir miydi?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları