Umutsuz Ortalamanın Tutarlılığı...

29 Aralık 2014 Pazartesi

Geçen perşembe akşamı Uğur Dündar’n Halk TV’den yayınlanan ‘Halk Arenası’nın konuklarından biri, İstanbul Barosu’nun başkanı Dr. Ümit Kocasakal’dı. Kocasakal, Cumhurbaşkanı’nın: “Bir sabah kalktığımızda dilimizi kaybetmiştik” şeklindeki özdeyişine(!) atıfta bulunduktan sonra: “Acaba o zaman yüzde doksan beşi okuma bilmeyen halk, hangi dilini kaybetmiş olabilirdi” sorusunu sordu. Ardından da Latin harflerinin kabulünden bu yana aynı halkın okuma-yazma oranının yüzde doksan beş olduğu gerçeğini dile getirdi.
Bu, elbette yeterince önemli biranım satmaydı. Ancak Ümit Kocasakal, sözlerine bizim için ne yazık ki bugün de geçerli bir uyarıyı ekledi: “Japonya ortalamasına göre, kişi başına yıllık okuma ortalaması yedi buçuk kitap. Bizde ise bir kişi on yılda ancak bir kitap okuyor…” Bu ortalamayı sürdürdüğümüzde, bir Türk vatandaşının seksen yıl yaşadığı takdirde ömrü boyunca ancak sekiz kitap okumuş olabileceği sonucuna varıyoruz.
Sözünü ettiğim ortalamanın ‘umutsuz’ ve ‘yıkıcı’ olan yanı da işte bu. Başka deyişle, tek başına okuma yazma bilmek, insanları ‘okur’ kılmıyor. Okuma bilmek, okuma eyleminin yalnızca teknik açıdan olmazsa olmaz koşulu. Bilindiği -ya da bilinmesi gerektiği!- üzere, 12 Eylül faşizminin ülkeyi kasıp kavurduğu dönemde de bu ülkede bazı ‘okuma yazma öğretme’ seferberlikleri ilan edilmişti. Ancak bu seferberlikleri gerçekleştiren otorite, okuma yazma öğrenen vatandaşların asla birer ‘okur’ olmamaları/olamamaları için de her türlü önlemi almış, bu bağlamda örneğin ‘teröristlere’ yapılan her baskının ardından evlerde bulunan kitapları da ‘suç aletleri’ arasında bütün TV ekranlarından defalarca göstermekten çekinmemişti. Böylece hedeflenen, bu ülkenin insanlarına ‘okuma eylemi’nin teknik yanını öğretmek, buna karşılık düşünsel yanına açılabilecek bütün yolları tıkamaktı. Ve bu konuda 12 Eylül faşizminin işinin çok zor olduğu da söylenemezdi. Çünkü ülkede geçerli ‘resmi’ eğitim sisteminin temeli, Köy Enstitüleri’nin kapatılışından bu yana üniversiteler de dahil eğitimin bütün kademelerinde öğrencilere nasıl düşüneceklerinin öğretilmesi değil, fakat neleri düşünmeleri gerektiğinin ezberletilmesi öngörülmüştü. “Okumayı ve yazmayı öğren, ama ne okuyacağını ve ne yazacağını belirleme işini bize bırak!”
Günahını almayalım. Ülkenin bütün gelecek kuşaklarına yöneltilen bu buyruk, AKP iktidarından çok önce, dahası belki de 1946’dan bu yana şekillendirilmeye başlanmış bir buyruktu.
Oysa ‘Aydınlanma’, sadece okuma ve yazma öğrenmekle gerçekleştirilebilecek bir ideal değildir. Bir insanın gerçek anlamda ‘aydınlanabilmesinin’ temel koşulu, onun okudukları üzerinde düşünerek aklını başkalarının rehberliğini veya buyruklarını beklemeksizin, böyle bir şeye ihtiyaç duymaksızın kullanabilme kararlılığını ve yürekliliğini kazanabilmesidir.
Böylelerinin çok az yetişebildiği bir ortamda ‘mutlu bir yeni yıl’ dilemeyi gereksiz bulduğum için, okurlarımdan beni bağışlamalarını dilerim!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları