Yine ‘alıntı Ü aydınlar’ üzerine...

13 Haziran 2016 Pazartesi

Yalnız zamanımızda değil, fakat bütün zamanlarda, aydın olmanın kaynağını bildiklerini paylaşmada, özgün düşünce üretmekte, öğrendikçe bildiklerinin azlığının bilincine vararak daha alçakgönüllü olmakta ve başkalarıyla böyle bir tutumla diyalog kurmakta bulan gerçek aydınların yanı sıra, “alıntı aydınlar” diye adlandırılabilecek bir tür de varlığını hep korumuştur.
Bu aydınların sözlerini dinletebilme ve kendilerini bir otorite olarak benimsetme şansları, doğal olarak yaşadıkları çevrenin genel bilgi ve düşünme düzeyiyle doğrudan orantılıdır. Başka deyişle, yaşadıkları çevredeki genel bilgi düzeyinin düşüklüğü ve “düşünme özürlü” insanların fazlalığı, alıntı aydınlar için neredeyse bir varlık koşuludur. Bu nedenle böyle aydınların söylemi: “Gel, sen de öğren ve bil!” değil, ama hep: “Sen beni dinle ve oku, yeter!” tarzındadır. Bu yoğun benmerkezci tutum, gerçekte “başkalarının aynı konuda onlardan daha çok bilmeleri” olasılığını kafalarında bir karabasana dönüştüren alıntı aydınlar bakımından doğal bir savunmadır. Çünkü alıntı aydınlar için önem taşıyan nokta, bilgiyi yaymak değil, fakat çevresinde belli bir ya da birkaç alanda herkesten çok bilir görünerek sağladığı ayrıcalıklı bir konumu ve temelsiz bir saygınlığı ne pahasına olursa olsun koruyabilmektir.

Özgün fikir üretmenin gereksizliği…
Bu bağlamda, örneğin yazdıklarının özgünlüğü ya da salt başkalarından -çoğunlukla da elbet yabancı yazarlardan!- yapılma alıntılardan oluşma bir kolaj niteliğini taşıması, hiç önemli değildir; zaten alıntı aydının başkalarından alıntıladığı düşüncelerden yola çıkarak ortaya özgün bir sentez koymak gibi bir kaygısı da yoktur. Alıntı aydın, çoğunlukla -genelde ne ölçüde bildiği de tartışmaya açık olan- bir yabancı dilde okuduklarını kendi ortamına kendisininmiş gibi tanıtma peşinde olan kişidir. Alıntı aydının kişiliği bu bakımdan büyüteç altına alındığında, aslında bu kişiliğin de alıntılardan oluştuğu gibi, ilk bakışta şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşılır. Gelgelelim şaşırtmaması gereken bir manzaradır bu; çünkü alıntı aydının büründüğü kişilik, alıntı merakı ve düşünüp senteze varmaktaki yetersizliği nedeniyle, yalnızca başkalarının düşünüp söylediklerinden ariyet alınmış, elden düşme bir kişiliktir, adı üstünde, salt alıntıdır.

Yalnızca ‘Batı(!)’ ile sınırlanmışlık…
Alıntı aydının bu kişiliği, kendini en çok uzmanı olduğunu savladığı alanlarda iş, özgün düşünce üretmeye geldiğinde açığa vurur. Örneğin bu kişi, kendine “uzmanlık”(!) dalı olarak sanat eleştirmenliğini seçmişse eğer, genelde en “verimli” olduğu alan, o sanatın “Batı’daki” durumu olacaktır; çünkü Batı’da, o sanat üzerine zaten çok yazılmıştır ve orada yazılanlardan yapılacak alıntıları bu ortama “benim” diye getirmek, bir ayrıcalık sağlamaya yetecektir. Buna karşılık sıra, yine o sanatın “bizdeki” durumu üzerine değerlendirme yapmaya geldiğinde, bu değerlendirme ancak bizdeki eserlerden yola çıkılarak ilk kez üretilen düşüncelerin yardımıyla gerçekleşebileceğinden, alıntı aydın bu noktada suskunluğa bürünür!
Neyse ki hayat, sonuçta bir nehir-roman gibi akıp giden bir bütündür ve bu bütün içersinde alıntı aydının elden düşme düşünsel ömrü, çoğu kez fiziksel ömrünün sınırlarına ulaşamayacak kadar kısadır...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları