Barış Özlemi Slogan Değildi

16 Eylül 2014 Salı

Fransız tarihçi François Georgeon ‘Abdülhamit’ adlı eserinde, Sultan’ın Japonya’daki reformlardan etkilendiğini, benzerlerini yapmak isteyerek yakındığını ve şunları söylediğini yazar:
- Hiç başımı kaldırmaya fırsat bulamıyorum ki, böyle bir girişimde bulunabileyim.
Gerçekten de Türkiye ile Japonya’yı karşılaştıranlar iki ülkede değişik gelişme süreçlerinin oluşmasında, coğrafi konumlarının büyük etkisi olduğunu belirtirler.
Osmanlı’nın son dönemlerine de damgasını vuran reform girişimlerine elverişli barış ortamını Cumhuriyet buldu.
Cumhuriyetin kendi kurumlarını oluşturup, modernleşme sürecini hızlandırma, çağdaş dünyaya uyumunu sağlayacak reformları yapmada kendisine yardımcı olacak barış sürecini netameli bir coğrafyada yaşama geçirmesini sağlayan, Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” politikası oldu.
“Yurtta barış, dünyada barış” salt bir slogan değildi ve yaşama geçirilmesi bazı önkoşulların gerçekleşmesini zorunlu kılmaktaydı.
Her şeyden önce, başka ulusları sultası altında tutmak tutkusundan ve genişlemeci hayallerden vazgeçmek yolunun izlenmesi gerekliydi.

***

Cumhuriyet, AKP’nin iktidar olduğu döneme kadar bu politikayı iyi kötü sürdürdü.
Gerçi bölgedeki “NATO’nun uç kalesi, ileri karakolu” işlevimiz bir ölçüde bu politikanın özüyle çelişmekteydi. Ama Ankara’yı bu yola zorla itenin de Stalin’in İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ve sonrasında, Kars, Aradahan ve Boğazlar’da denetim talepleri olduğunu yadsıyamayız.
Ankara Stalin’in yayılmacı emelleri karşısında, NATO’nun ileri karakolu işlevini toprak bütünlüğünü savunmasının bir zorunluluğu olarak kabul etmişti.
Nitekim, Moskova’nın taleplerinden vazgeçtiğini açıklamasından itibaren de Ankara’daki iktidarlar önce Sovyetler, sonra da Rusya ile normalleşme, giderek de yakın komşuluk ilişkilerini geliştirme politikasını izlemişlerdir.
Türkiye bugünlere “yurtta barış, dünyada barış” politikasının sağladığı barış ortamı ile laik ulus devlet yapısı sayesinde gelebilmiştir.

***

Etnik ve mezhepsel bir mozaik olan Türkiye Cumhuriyeti içte olduğu gibi dışta da barışı sağlayabilmek için, yine bir etnisiteler ve mezhepler mozaiği ve sürekli etnik-mezhepsel çatışmaların odağı olan Ortadoğu’da ve kendi sınırları içinde, her türlü inanışa, mezhebe olduğu kadar etnisiteye de yansız davranmak (nötralite ilkesi) durumundaydı.
Bunlar olmadan, fırtınalı Ortadoğu’da, içte ve dışta barışa ulaşmak mümkün değildir.
Devletin inançlar karşısındaki tarafsızlığı, kimsenin toprağında gözü olmayan tutumu ile iç barışın olduğu kadar dış barışın da gerçekleşmesini sağlamıştır.
Dünyaya tarihteki Osmanlı ile hiç bağdaşmayan bir Osmanlı gözlüğüyle bakan, Türkiye’yi genişlemeci, bölgeye eski ve de gerçekle çakışmayan sultacı bakışla yaklaşan laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni, İslamcı Sünni bir devlete tebdil eden AKP’nin, bu dünya görüşü ve maceracı tutumuyla bölgedeki çatışmalara karışması kaçınılmazdı.
Nitekim öyle de oldu.
Türkiye artık bölgede çekişmelerde taraf olan, daha önce içinde bulunduğu ittifaklardan hızlı dışlanma sürecine itilmiş bir devlet konumundadır.
Bu sonucun elde edilmesinde en büyük pay ise Tayyip Erdoğan ile yukarıda niteliklerini sıraladığımız bu diplomasiye damgasını vuran Ahmet Davutoğlu’dur.
Bu ikilinin Türkiye’yi vardırdıkları noktadan sonra Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık ile ödüllendirilmeleri hazin olmuştur.
Tarih bu tür hazin ödüllendirmelerin toplumlara çok pahalıya mal olduğunu Enver Paşa örneğinde göstermiştir; korkarım ki yine gösterecektir de.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları