Karadeliklerimiz: TSK gidişatı, yeni Susurluk’umuz ve anayasa tuzağı

12 Ocak 2023 Perşembe

Ülkenin çivilerini çıkarmaya çalışan birilerinin olduğunu uzun zamandır biliyoruz. Şunu unutmayalım ki, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet, mantığı, sağlam kökleri ve sarsılmaz yapısı sayesinde her şeye karşın ayakta ve kaya gibi güçlü bir direnç gösteriyor. Aynı zamanda büyük seçim yılı olan ve Cumhuriyetimizin 100. yıldönümüne yaklaştığımız 2023’te, yine mide bulandıran olaylarla karşı karşıya kaldık. Bugün bunlardan üçünü ele almak istiyorum. Askerlerin siyasete alet edilişini, Sinan Ateş cinayetini ve özellikle “kadınlar ve başörtüsü” konusuyla gündemimize giren anayasa değişiklik teklifini...

ASKER NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Geçen gün hafif bir detay gibi görünebilecek bir olay yaşandı. Askerlerin iç siyaset konularında cumhurbaşkanını topluca alkışladıkları sahne, neredeyse sinirden nefesimi kesiyordu. Asker, Türkiye’ye olan bağlılığını, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyeti ve anayasayı savunur; hiçbir siyasi fraksiyona ait olamaz, hiçbir siyasi partinin şakşakçısı olamaz. Cumhurbaşkanı bugün Erdoğan’dır, yarın belki Kılıçdaroğlu ya da daha sonra başka bir isim... Asker, bu isimlerle göbek bağı olan siyasi aktör değildir. Olamazlar! TSK mensubu, Cumhuriyetin sürmesini, yasaların uygulanmasını isteyen, tarafsız, yalnız devletten yana, Atatürk’e ve üniformasına layık bir birey olmak durumundadır. Bunu, o komutanlar bilmiyor olabilirler mi? Yoksa onların da kariyer planında şu anda Hulusi Akar’ın oturduğu Milli Savunma Bakanlığı mı var? Zaten onlar, akılalmaz şekilde askeriye kültürünün temel ilkelerinden uzaklaştıkça, bu dejenerasyonun alt kademelere de sirayet etmesi kaçınılmaz olur. Daha da kötüsü var: Artık Türk Silahlı Kuvvetleri’nde tayinler ve görevlendirmeler ordunun kendi içinde aldığı kararlarla değil; Milli Savunma Bakanlığı’nın kendi bünyesinde aldığı kararlarla yapılıyor. İki yıldır bu böyle sürüyor ve TSK’nın yapısı giderek bozuluyor, siyasileştiriliyor, terfiler ve atamalarda askerler siyasilerin ağzının içine bakar hale geliyorlar. Tam da bu nedenle, bu kötü gidişatın en doğru yerinde, yüksek perdeden bir çıkış yaptı Kemal Kılıçdaroğlu: “Etrafınıza siyaset koridorlarında kariyer devşiren askerler koyarsınız elinizde bol yıldızlı apoletli Orta Doğu üniformaları kalır. Komuta kademesi haddini bilsin, bulunduğu makamın ne olduğunu anlasın. Siyaset mi yapmak istiyorlar? Çıkarsınlar o üniformayı, hizalansınlar Erdoğan'ın yanına!” Her kelimesini ayrı ayrı alkışlıyorum! 

SİNAN ATEŞ CİNAYETİ

Söyleyecek laf bulamıyorum, olay giderek sarpa sarıyor. Dünya tarihi, böyle bir rezaleti çok az yaşamıştır. Senin gençlik kolların sayılan Ülkü Ocakları’na yıllarca başkanlık eden isim, başkent Ankara’nın göbeğinde, hem de sokak ortasında infaz ediliyor. MHP olarak konuya tamamen Fransız kalıyorsun. Topa girmiyorsun! Normalde bütün milletvekillerinin beraber katılması gereken ve hatta iktidarın büyük ortağının da katılımıyla gerçekleşmesi gereken o büyük siyasi cenaze yapılamıyor! Onun yerine ancak Ateş’in ailesinin ve yüksek sıfatlı parlamenterlerden yalnız İYİ Parti Grup Başkanvekili Müsavat Dervişoğlu’nun katıldığı mütevazı bir tören gerçekleşebiliyor. Tüm bu tuhaf kayıtsızlığın ortasında, Kılıçdaroğlu ve Akşener oluşturulmaya çalışılan sessizlik atmosferini hızla bozan ve cinayetin hesabını soran liderler oldular. Bu olayda ben duyduklarımdan çok, bir türlü duyamadıklarıma inanamadım! MHP ve iktidarın büyük ortağı AKP’nin ağzını bıçak açmıyorken, doğal refleks olarak insanın aklına binbir soru geliyor. Tabii yalnız bu değil, burası Türkiye; bin bir duyum da peşi sıra akmaya başlıyor. Kılıçdaroğlu’nun bile -doğal olarak soruşturma tamamlanmadan- kürsüde dile getirmekten imtina ettiği bu duyumlar da konu etrafındaki esrarengiz sis perdesini yoğunlaştırıyor. Normalde en basit ipuçlarından yola çıkarak yeri göğü inleten, en ağdalı örneklemeler, analojiler, deyimler, atasözleri ile kürsüleri ve mikrofonları şenlendiren Devlet Bahçeli, şu ana kadar kendi gençlik örgütünün başında görev almış Sinan Ateş’in adını ağzına almıyor! Bu da yetmiyor, Bahçeli en sade vatandaşın bile kendi kendine sorduğu “Peki bu adam neden öldürüldü, kim ya da kimler öldürdü ve azmettiren kimdi?” gibi soruları duyduğu zaman akıl almaz tepkiler veriyor: “Menfur bir cinayetin içine tertemiz davamızı, pirüpak dava arkadaşlarımızı çekmek için kudurmuş gibi faaliyete giren kansızlara eyvallah etmeyeceğiz”, ayrıca “Teslim edeceksin yanındaki çocukları” diyen CHP lideri Kılıçdaroğlu'nu da hedef alarak, “Şayet yüreğin varsa, gözün kesiyorsa buraya gel. Tek bir evladımı al da senin ciğerinin kaç okka ettiğini göreyim” ifadelerini kullanıyor. Buradan, bu mantıkla çıkarmaya çalışabileceğimiz tek sonuç şu oluyor:

“Tüm bunlar bizim iç meselemiz, size ne oluyor? Niye gündeme getiriyorsunuz? Niye gündemde tutuyorsunuz? Niye merak ediyorsunuz? Ölen ölür kalan kalır, bunlar bizim alanımız. Karışmayın yoksa ciğerinizi sökeriz.” Mealen bu anlama geliyor Bahçeli’nin tavrı...

Gelin resme daha büyük bakıp bunu da tercüme edelim: Tüm bu tepkiler ve tepkisizlikler, aradan 26 yıl geçtikten sonra yeni Susurluk’umuza kavuştuğumuz anlamına mı geliyor! Bunun aksini iddia edecek herhangi bir iktidar mensubunun, öncelikle bu cinayetin aydınlanması noktasında neden hiç topa girmediklerini, neden Sinan Ateş’in adını ağızlarına almadıklarını ve bugüne kadar kamuoyuyla paylaşmadıkları bilgilerin neler olduğunu topluma şeffaf bir şekilde açıklayarak işe başlaması lazım. Gerçi bu saatten sonra yapacakları herhangi bir beyanatın inandırıcı olma ihtimali de koca bir sıfır! 

Bu senaryonun tersi olsa neler yaşardık düşünebiliyor musunuz? Söylemeye dilim varmıyor: Allah göstermesin eski bir CHP gençlik kolları başkanı öldürülseydi ve CHP cenazeye katılmasaydı, hesabını sormasaydı, olayın üzerine gitmeseydi, Erdoğan veya Bahçeli neler söylerdi, lütfen bir oturup düşünün! Şu anda bu konuda tek umudumuz Ankara’daki bağımsız ve tarafsız olacağına inanmak istediğimiz yargı süreci ve Emniyet Müdürlüğü’nün kimsenin gözyaşına bakmadan olayın ipuçlarının ve kanıtlarının bizi en üst noktada, nereye taşıdığını ortaya çıkarmaları!

ANAYASA TUZAĞI SANDIĞA GÖTÜRÜLEMEZ!

Yıllardır yaşadıkları türban, başörtüsü ve çarşaf baskısı altında daha fazla ezilmeye tahammülleri kalmayan İranlı kadınlar, bu haklı ve ısrarlı dirençlerini canları pahasına sürdürmeye devam ederken, Türkiye’de “örtünme” olgusu salt bir demokratik özgürlük konusu olarak ele alınmaya çalışılıyor. Erkek egemen toplumumuzun özellikle bağnaz ve demokrasi kavramının mahiyetini tam olarak anlayamamış kesimi tarafından sürekli öne sürülen bu konuyu, bu sefer Kemal Kılıçdaroğlu ortaya atarak fitili ateşledi. İktidarın her sıkıştığında kullandığı silahından mahrum etmek niyetiyle de olsa, bugünün dinamikleri üzerinden oldukça gereksiz bir şekilde gerçekleştirdiği bu hamlenin artçı sonuçlarını hesap edemeden, hem ülkemizin siyasi gündemine hem CHP’nin, kadın haklarının, laikliğin ve toplumsal huzurun içine adeta bir dinamit yerleştirdi. İşte tam da bu noktada Tayyip Erdoğan, kendi siyasi tarihinin en sevdiği malzemesi olan türban konusunda Kılıçdaroğlu’nun kendisine yaptığı meydan okumayı misli ile kullandı: Bunu bir kanun teklifi değil, bir anayasa maddesi olarak kabul edip değerlendireceklerini açıkladı ve bildiğiniz gibi konu o günden beri kar topu gibi büyümeyi sürdürdü.

Şayet kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında genel bir paket hazırlansaydı ve kadın ölümleri, şiddet, ikincilleştirme, fırsat eşitsizliği için çözüm üretilseydi; tarikat türevi oluşumların kadınlar ve çocuklar üzerindeki tahakkümlerine ve açıkça teşkil ettikleri tehlikelere  karşı son derece net yaptırımı olan, giyinme hürriyetini güvenceye alan ve bu hürriyete göz dikip, sağda solda kadınların mini etek boyları veya dekolteleri ile uğraşanları ağır cezaların beklediği kanunlar düşünülseydi; İstanbul Sözleşmesi’nin reddinden doğan zararların  giderilebilmesi için bir hamle gündemde olabilseydi; LGBTIQ+ bireylerden başlayarak herkesin özel ve sosyal hayatını, evlenme özgürlüğü de dahil olarak istediği gibi şekillendirme hakkı ve güvencesi olduğunu kabul eden, her zerresi gerçek demokrasi kokan bir düzenlemeden bahsetseydik, belki orada gerçekten toplum yararı taşıyan bir durumdan söz ediyor olabilirdik. Ama tersine, özgürlükçü görünmeye çalışan ve kendini AKP’nin arka bahçesi olarak gören tarikatların baskısıyla, gündeme zorla konulan bir “Anayasa Maddesi” tabii ki bir tuzaktan öteye geçemez!

Bugüne dönersek, CHP ve İYİ Parti’nin bu konuda AKP komisyonu ile görüşmeyi reddetmesi son derece doğru bir karar. Anayasanın laiklikle ilgili temel maddelerini tehlikeye atacak derecede tutucu bir mantığın ürünü olan tek tip aile yapısı vurgulanıp “Türk toplumunun temeli olan aile yapısını korumak ve her tür tehlike, tehdit, saldırı, çürüme ve sapkınlığa karşı tedbir almak devletin asli görevidir” denilerek ancak bir AKP senaryosu ortaya konulabilir. 

Toplumda kadın ve erkek olmak üzere, sadece karşı cinsiyetten iki bireyin evlenebileceği açık bir düzenleme ortaya konularak ve bunun dışındaki hiçbir birlikteliğin evlilik olarak kabul edilemeyeceği vurgulanarak çağdaş, ilerici, çoğulcu ve toplumun bütününü kapsayıcı bir anayasa düzenlemesi ortaya sürülmüş olmaz! 

İşin başka bir boyutu Türkiye’de yasaların ne kadar bağlayıcı olduğu konusu. Pratikte belirleyici olan şey bazen mevcut yasalar değil, yasaların okunma ve uygulama şekli ve hatta siyasi tercihler olabiliyor. Mesleki konulardaki çeşitli sınavlarda, bu aşamaları alnının teriyle ve yüksek dereceyle geçen birçok kadın ve erkek aday -ne hikmetse- saf dışı kalırken, düşük puanına rağmen, bazı başörtülü kadın adayların ya da tarikat uzantılı vakıf ve derneklere mensup bazı erkek adayların liyakat ve adalet kavramı hiçe sayılarak işe alınması, zaten ülkenin anlaşılmaz/sindirilemez yerleşik haksızlıklarından biri haline geldi. Mevcut yasalara ve kanunlara rağmen hal böyleyken, bir de yeni yasal düzenlemelerle “oportünist türban baskısı uygulamalarına” geçmenin bir anlamı yok. Dolayısıyla AKP’nin anayasa değişikliği için randevu talebine verilen “hayır” yanıtının gerekçesi olarak, sadece İYİ Partili Lütfü Türkkan ile CHP Mersin Milletvekili Ali Mahir Başarır’ın dokunulmazlık dosyalarının gündeme alınmasının gösterilmesi yetersizdir. Bunlar ek gerekçelerdir. İşin baştan ve temel olarak bu şekilde ele alınması zaten bir karadelikten farksızdır. AKP’nin koymak istediği sandık, seçimin havasını değiştirmeye yönelik demagojiye açık kapılar bırakan bir tuzaktan başka bir şey değildir. Parlamentoda bu düzenlemeye kabul imzası atanların oluşturduğu 336 rakamının, bir imza dahi üstüne çıkılmaması ve dolayısıyla gündemimizden derhal düşmesi, muhalefetin izlemesi gereken olmazsa olmaz yoldur.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Erken seçim mi dediniz? 18 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları