Bilsay Kuruç

İktisat topluma yarar mı? (2)

08 Nisan 2024 Pazartesi

İktisat konuşmaya devam edelim. Herkesin bildiği iki fiyata bakalım. Bizi nereye götürüyorlar?

İKİ FİYATIN ÖYKÜSÜ

Kapitalizmdeyiz. Önce iki fiyatı görüyoruz, sonra diğerlerini görürüz. Biri “para”nın fiyatı, faiz. Öteki emeğin “fiyatı”, ücret. Yaşadığımız kapitalizmde bazı meslektaşlarımız “para”nın fiyatının her şeyden önce ve kesintisiz konuşulması gerek diyorlar. İzleyelim.

Daha önceki yazıları yinelemeyeyim. Şunu biliyoruz: Türkiye 20 küsur yıl önce dünya kapitalizmine bağlandı. Bir sermaye-siyaset ittifakı ile. Giydiği kapitalizm modelinin sahibi bir sermaye-siyaset ittifakıdır. Bu organik ortaklığa “ortakyaşam” diyoruz. Burada para meselesi önde, insan arkadadır. Kapitalizmimizin ana damarı paranın yönetimi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) aittir. “Para”nın bu modelde iki fiyatı var: TL fiyatı, faiz ve “dolar” fiyatı, döviz kuru. TCMB’ye paranın yönetiminde, böylece iki temel iş birden yüklenmiştir ve şöyle olmuştur: Bir, ekonominin tüm faizleri için kılavuz olan, TL cinsi “politika faizi”ni ayarlamak. İki, ekonominin tüm “dolar” (döviz) likiditesini (akışkanlığını) yönetmek. (Para “akan”, likit bir şeydir!)

Çetin iş. Niçin? Çünkü bu ülkenin kapitalizmi kendi üretim gücü ile “net” dolar kazanamıyor. Giydiği model ülkeye daha yüksek üretim gücü vermiyor. Götürdüğü dolar, daima getirdiğinden çoktur ve böylece ülke ekonomisi hep açık verir. Şöyle diyelim: İktisatçının “Reel kesim” dediği şirketler dünyası hep “döviz pozisyon açığı” taşır. Ülkenin dış açığının kaynağı burada yatar. Bu açık TCMB’nin, para yönetimi için muhtaç olduğu döviz (dolar) rezervini baskı altında tutar, zorlaştırır, eritir.

İKİNCİ DEVRE

Senaryo 2000’lerin başında, şok yaratan bir dolar ve mal girişiyle başlamış, bu yapay bollukla yerleşmişti. O birinci devre idi. Açıklar ise yapısaldı, sürekliydi. Şirketler daha fazla dolar getiremiyordu ve borç stokları artıyordu. Zorluklar 2017-18’den başlayarak yerleşti, arttı. Ve ikinci devre başladı. TCMB’nin üzerine ağır yük bindi. Şirket borçlarını kapatmak için TCMB kendi rezervlerini eritti ( Şu 128 milyar dolar!). Ve rezerv tutabilmek için kısa vadeli dolar borçlanmasına (“swap”) başladı. Bu pratik (“eksi”ye geçiş) artarak sürdü ve anlaşıldığına göre, bugün rezerv tablosu “eksi 70 milyar dolar”dan az olmayan bir tutarı gösteriyor.

Modelin sahipliği, yani “ortakyaşam” bir çıkarlar ortaklığıdır. Dolar girişleri bunu perçinler. Dolar gelmezse ortaklık “Dolar yok, TL verelim” noktasına dayanır. Bedeli ne ise ödenecektir. Nasıl bir yol bulunacak, bedeli kim ödeyecek? İkinci devrenin özelliği bu oldu. “Faiz sebep, enflasyon sonuç” doktrinini yarattı. Pratiği, kredi faizlerini olabildiğince düşürerek parayı ucuzlatmaktı. Sermayeyi sıkıntıdan uzak tutmak yetmezdi, ona bir kazanç kapısı da açmak gerekiyordu.

“Faiz sebep” doktrini TCMB’nin “politika faizi”ni “ortakyaşam”ın devamı için en hassas gösterge yapıyor. O kapitalizmimizin “asgari faizi”, kılavuzu demektir. Bunu, TCMB’nin ayda bir toplanan Para Piyasası Kurulu (PPK) söyleyecektir. Bankaların gecelik borçlanma faizinden Hazine’nin tahvillerine kadar tüm faizler silsilesi önce kılavuza bakacaktır. TCMB’nin kapitalizmimizin ikinci devresindeki “makûs talihi” böyle başlıyor. “Ortakyaşam”ın yüksek yerlerinden gelen “faiz sebep” görüşü “politika faizi”nin olabildiğince düşürülmesi, düşük tutulmasıdır. Yani, TL’nin olabildiğince ucuzlatılmasıdır. “Dolar”a duyarlılığı gitgide artan ekonomide TL’nin ucuzlayıvermesi birdenbire enflasyona gebe kalması ile sonuçlanır ve öyle oldu. TCMB bir yandan rezervlerini tüketip “eksi”ye geçerken bir yandan da ucuzlayan TL ile “ortakyaşam” için kredi bolluğu perdesi açıldı. 2021’in son ayları o günden bugüne uzanan bir ilginç iktisat pratiğinin, “enflasyon senaryosu”nun başlangıcı oldu. Bu “dolar yok, TL verelim”in doruğu idi. Bedeli kim ödeyecek sorusunun yanıtı ise açık değil mi? “İkinci fiyat” öder. Aşağıda.

Sermaye ucuz krediyi sever. Doğaldır. İş yapabilmek, yatırımla “yeni varlıklar” yaratabilmek için fırsattır. Ancak bu kez tablo farklıydı. Tüm katmanlarıyla kredilendi ve “mevcut varlıklar” üzerinden kazandıran bir “varlık enflasyonu” doğdu. Önce taşınmazlar ve konut fiyatları zirve yaptı. Bu dalga dalga yayıldı. BİST’e bulaştı. Dünya borsaları sürekli düşerken orası yılda yüzde 150 artışa oturdu. Katılımcılar bir milyondan sekiz milyona çıktı! Kısaca, “mevcut varlıklar” üzerinden servet yolu açan bir “enflasyon senaryosu” sermaye için dört başı mamur bir “rant ziyafeti” oldu. İktisatçı için dikkate değer olan, bu “varlık enflasyonu”nun nasıl TÜFE’yi gecikmeksizin pompaladığı ve topluma “klasik enflasyon”u yerleştirdiğidir. Bunu ayrı konuşmak lazım. İktisat-toplum bağlantısını merak ediyorsak, gözden kaçırılmayacak nokta ise kapitalizmimizde “paranın fiyatı”nın sermaye ve siyaset hesabına nasıl serbestçe kullanıldığıdır. Geçen haziran ayına bu serbestlikle gelindi. Şu soru doğdu: Sonra? Üçüncü devre mi, uzatmalar mı?

‘PEYNİRE KÜSTÜK MÜ?’

Kapitalizmimizdeki ikinci fiyatın nasıl oluştuğunu uluslararası alanın bilgisine de hakkıyla vakıf olan nadir bilim insanı Prof. Dr. Mesut Gülmez en ince ayrıntılarla bizlere anlatıyor. Çarpıcıdır. Ve düşündürücü, hatta acı tarafı Prof. Dr. Gülmez’den başka bir araştırmacı bilim insanının buradaki çıplak gerçekleri anlatmamış, üzerinde durmamış olmasıdır. Budur.

Kapitalizmimizin birinci fiyatı bir “asgari” olan paranın “politika faizi” idi. İkincisi ise burada emeğin “fiyatı” olan “asgari ücret”tir. Biliyoruz, asgari ücret topluma öncelikle sosyal politikalarla bakabilmenin özelliği, kalitesi olarak 20. yüzyılın dönemecinde doğmuştur. İlginçtir, düşündürücüdür, bizde ilk ciddi sosyal politika atılımı Milli Mücadele’nin en çetin günlerinde, Sakarya savaşı sırasında yapılmıştır: 10 Eylül 1921 tarihli, 151 sayılı Zonguldak Havza-i Fahmiye (Kömür Havzası) Amele Kanunu ile! Emekçiye sekiz saatlik iş gününü, sosyal hakları ve asgari ücret anlayışını getirerek. Yaklaşan Cumhuriyetin erdemidir. Oradan 1932’de İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey’in 192 maddelik ilk iş kanunu taslağına ve oradan da 1936’nın asgari ücreti yasalaştıran İş Kanunu’na gidilecek. Kurallar ve yetkiler açık seçiktir. Uygulama zaman boyunca geliştirilir ve 1970’lerde İLO Sözleşmesi’ne konulan imza ile günün uygarlığında beklenen yerini alır. Sosyal bakıştan, haklardan ve kurallardan uzaklaşan kapitalizmimiz ise ucuz emeği sever. Seçim zamanlarında siyasetin tribünlerinden yayılan “enflasyona ezdirmeyeceğiz!” sesleri duyduğumuz sırada asgari ücret çoktan sosyal politika boyutundan “arındırılmış”tır. Sadece rakam olarak vardır. “Ortakyaşam”ın ucuz emek temelli iktisat politikasına aittir. O kadar.

Prof. Dr. Gülmez kısa süre önce usta kuyumcu titizliğini ve insani değerlerde ödün vermez kimliğini yansıtan iki yazı yazdı: “Aralık 2023 Süreci: (1) Asgari Ücret Tiyatrosu’nun İkinci Perdesi: İlk Toplantı ve Sonrası; (2) Asgari Ücret Tiyatrosu’nun Rüzgâr Gibi Geçen’ Üçüncü Perdesi: ‘...Çarşamba Öğleden Sonrasından Bellidir.” Bunları ibretle okumak lazım. Aşağı yukarı sekiz milyon civarında ve sendikasız olan asgari ücretli kuralların yok olduğu, kendini fiilen ilga etmiş görünen bir “Asgari Ücret Komisyonu”ndan haber bekliyor. Buna, ülkede ücretlerin en az yüzde 40’ının “asgari” oluşuyla tüm ücret skalasını aşağı çekişini de ekleyebiliriz. Medya “Rakam kaç çıkacak?” dışında tümüyle duyarsızdır ve yasal olarak asgari ücret üzerinde herhangi bir yetkiye sahip bulunmayan cumhurbaşkanının “kaç para vereceğini” beklemektedir! Haber değeri olan tek şey o rakamdır! Şu bile ilgi çekici değildir: Türk-İş heyetinde bu yıl yer bulan asgari ücretli işçilerden biri toplantıda yaptığı konuşmada “çocuklarının kendisine ‘peynire küstük mü?’ diye sorduğunu” anlatıyor; bir başkası da “Oğlum geldi dedi ki ‘Baba, okulda Öğretmenler Günü kutlayacağız. Bana 10 lira verir misin?’ dedi. Ben de dedim ki ‘Oğlum 10 lira param yok.’ ‘Bizde neden para olmuyor?’ dedi. Sabaha kadar uyuyamadım. Bir yerlerden, çocuğuma 10 lira verebilmek için borç aldım”, bunu anlatıyor.

TCMB “politika faizi”ni ayda bir açıklar. “Asgari ücret” ise yılda bir açıklanır!

“Gelecek yazı: İktisat topluma yarar mı (3), Seçimde ne oldu?”

DOGSBOROUGH, DULLFEET, GIUSEPPE VIOLA VE DİĞERLERİ

Geçen hazirandan sonra kimi yetkili ağızlardan ve hatta birkaç meslektaştan “Enflasyonun nedeni ücret artışlarıdır!” gibi ifadeler duyulmuştu. Devam ediyor mu, bilmiyorum. Bunları bilim terazisinde tartmaya girişmek insanın kendini hafife alması demek olur. Bu ifadelerin adresinin sadece “bir şeyler” beklenen dünya finans piyasaları olduğunu, “Ücretleri donduracağız!” mealinde birer mesaj taşıdığını tahmin etmek gerçeğe yakındır, eğer mesajların alıcısı varsa. İktisat pek şaka da kaldırmaz. Diyelim ki bir genç meslektaşıma “Arazi, konut gibi taşınmazlardaki büyük fiyat artışlarını asgari ücret artışları ile açıklayabilir miyiz? Bir ekonometrik çalışma yapabilir misin” diye sorsam, önce yüzüme tuhaf tuhaf bakacağını, sonra da nezaket dışına çıkmadan “Böyle şaka yapmayın, lütfen” diyeceğini düşünmek zor değildir.

Yukarıdaki adlar, biliyorsunuz, Berthold Brecht’in yarattığı karakterlerindir. Siyasetçi, iktisatçı, maliyeci, bankacı, mühendis eksikliği çekiyor muyuz? Bilmiyorum. Yanıtlar farklı olabilir. En çok bir Berthold Brecht eksikliği çektiğimizi düşünüyorum. Neyin içinde yaşadığını çok iyi gözleyerek, bilerek, düşünce dünyasına bunu kendi malzemesiyle sunmayı, yerleştirmeyi görev edinen bir insan.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları