Deniz Yıldırım

Ünlüler ve Gönüllüler

14 Ağustos 2021 Cumartesi

Güneyde yangın, kuzeyde sel. Geneldeyse kötü yönetim. Böyle zamanlar, şaşırmanın sonunu getiriyor. Hiçbir şeye şaşırmamaya başlamak, bazen kanıksayıp teslim olmanın, bazen de en kötü gelişmeler karşısında bir şeyler yapmanın hayati anlam taşıdığını fark etmenin yolunu açıyor. Akışa teslimiyet ile akışa direniş, bu tuhaf ruh halinin içindeki kararsızlıkta salınıyor.

İklim krizi, özelleşmiş, keyfi ve plansız yönetim, talan ekonomisi. Hepsi birleşti, sonuçlarını yaşıyoruz, yaşayacağız. Bu, açıkça bir “hayatta kalma” mücadelesi. İntihar eden gencin, sanatçının geçim derdinden emekçinin iş güvenliğine, kadınların ve çocukların yaşamından orman varlığımızın, doğamızın korunmasına, inşaat rantına kurban verdiğimiz insanlarımıza kadar her mesele böyle. Gerçek “Survivor” burada yaşanıyor. Yarışma ile gerçeği birleştirense, milyonların seyirciliği oluyor.

Gerçi ülkenin bu olumsuz gidişi karşısında, umudu canlı tutmamıza katkı sağlayan gelişmeler de var. Yangında, selde görevini hakkıyla yerine getiren kamu emekçileriyle, gönüllü yurttaşların ve kendi tanınırlığını sorunlara dikkat çekmek ya da yardım seferberliğini hızlandırmak için olumlu bir biçimde kullanan ünlülerin dayanışması moralimizi yerine getiriyor. Milyonları ekrana kilitleyen yarışma programının kurgusunda, Ünlüler ile Gönüllüler rakip, yarışıyor. Gerçek “hayatta kalış” mücadelemizdeyse, Gönüllüler ile Ünlüler rekabet etmiyor, kaynaşıyor. Sahada sesi kısılmaya çalışılan gazetecilerin bu konudaki aktarımlarını izlemiş ve yine dünkü Cumhuriyet’te Mehmet Kızmaz imzalı haberi de okumuşsunuzdur. Binlerce gönüllü günlerce nöbet tuttu, yangınlara karşı mücadele etti. Yurttaş dayanışması, böyle zamanlarda büyüyor.

Hal böyle olunca, iktidarın müdahaleleri de başlıyor. İki cumadır iktidarın yeni kararlarını öğreniyoruz. Önce yangın bölgesine görevli olmayanların, özetle gönüllülerin alınmayacağını duyurdu Erdoğan. Ardından da dünkü Resmi Gazete’de, yangın ve sel bölgelerine dönük olarak kamu eliyle yardım kampanyası başlatıldığının kararı paylaşıldı.

Devlet vergi topluyor; verginin artan yükü sırtımızda. Saraylar, uçaklar, başka ülkelere hibeler, şatafatlı harcamalar, küçük bir azınlığı zengin eden geçiş garantili ihaleler gözümüzün önünde. Ancak alınan her iki kararı sadece ekonomiyle açıklamak yetmiyor. Ortada, iktidarın siyasal kaygılarıyla bağlantılı bir hamle de var. İktidarın yetmediği, kaynakları yeterince ya da yerinde kullanmadığı koşullarda, “kararlar hızlı alınacak, sorunlar hızlı çözülecek” propagandasıyla üzerimize giydirilen otoriter sistemin “güçlülük” imajı da sarsılıyor. Bu ortamda halkın kendi imkân ve kabiliyeti çerçevesinde ve hiçbir çıkar gütmeden seferber oluşu, fedakârca sahada mücadele veren kamu emekçileriyle kaderini birleştirişi ise tabandan bir dayanışma ve çözüm iradesini de görünür kılıyor. İşte bunun görünmesini istemiyorlar.

DAYANIŞMANIN ÖNEMİ

Tabandan örgütlenip çözüm üreten her dayanışma, iktidarın halkı kendine bağımlı kılan muhtaçlaştırma sistemine de “biz gidersek devlet çöker” korkutmasıyla yan yana ilerleyen beka anlatısına da tek kişinin her şeye yetişebileceğini savunan sistemin ruhuna da aykırı çünkü. “Halkın sınırlı kaynağıyla bunlar yapılabiliyorsa, devletin eldeki kaynakları yerinde kullanılsa neler neler yapılabilir demek ki!” En çok da bu çıkarımdan korkuyorlar.

Bağışların kamu eliyle toplanmasına dönük yardım kampanyasını da yine bu çerçevede, “sivil toplum” dolayımını kendine bağlama ve yardımlarla görünür olmaya çalışan kimi kesimlere de bir tür bağlılık gösterisi şansı verme olarak okumaktan yanayım. Bu da yine, yardımlar dahil her alana kendi siyasal mesajı etrafında bir duvar örmeye çalışan “yerli ve milli” Leviathan iktidarının ruhuna uygun düşüyor.

Doppler, yine Doppler. Öyle bitirelim. Norveçli Doppler şanslı olabilir. Bizim gibi ülkelerdeyse yabana ya da yalnızlığa kaçış, yabancılaştıran koşullarla mücadeleden ya da bıktıran sorunlardan kaçış anlamına gelmiyor. Seni, neredeysen orada buluyor o sorunlar. Öyleyse akıştan kaçışla akışa direniş arasındaki sınır çizgisi, dertleri büyük ülkelerde daha da silikleşiyor. Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş başlıklı etkili romanı, sanırım bu farkı göstermek için de iyi bir karşılaştırma örneği. Romanın kahramanı güvencesiz bir işçi; İstanbul’da annesiyle yaşıyor. İşten atılıyor. Bir gün bu çemberden, uğultudan, gürültüden çıkmaya; uzağa, kıra, ıssız bir dağa gitmeyi, yürümeyi koyuyor aklına. Ve yapıyor da yola düşüyor. Yolda parası çalınıyor, dayak yiyor. Aç kalıyor, çöp karıştırıyor. Gezi’de polis şiddetine maruz kaldıktan sonra hastaneye yatırılıyor. Doktor Selma’nın gece nöbetinde yanına gelip söyledikleriyse, bizim kaderimizin kaçmak değil, yüzleşmek olduğunun altını kalın kalın çizmeye yarıyor belki de: “Sence hâlâ bir dağ başı var mı? Issız bir yer bulabileceğine gerçekten inanıyor musun? Genç bir çift tanıyordum. Yıllar önce doğanın içinde yaşayacağız deyip bir dağın yamacına, bir ormanın içine küçük, taştan bir ev yapmışlardı. Şimdi ne yapıyorlar biliyor musun? Mücadele ediyorlar. Kendilerini istemeye istemeye köylülerle birlikte hem bir maden şirketine hem de HES’e karşı bir mücadelenin içinde buldular. Oysa istedikleri sakin bir yaşamdı. Anlıyor musun?”

Doktor Selma’lara selam olsun.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyet’e veda 4 Haziran 2022

Günün Köşe Yazıları