Hikmet Çetinkaya

Bir garip yolcu...

04 Eylül 2018 Salı

İçindeki derin sızı, yüreğini götürdü bilinmeyen bir yöne doğru...
Kuşlar havalandı karşı evin çatısından.
Akan kanın dalgalarında ses veren bir yürek, zaman ağaçlarına saklanmış yaşam Ingeborg Bachmann’ın “karanlık şarkıları”nı söylüyor olmalıydı...
Karanlığın kapkara taneleri, kar gibi yağarken yüzüne bir çocuk yürümeye çalışıyordu odanın içinde...
Bir kadın, o saatlerde kahvaltı yapıyordu, işe başlamadan önce...
“Seni o kadar özledim ki!”
Erkek derin denizlere doğru kulaç atıyordu.
Dolar ve Avro almış başını gidiyordu...
Ağır bir dış borç yükünün sürdürülemez koşulları ekonomide erken sonbaharı çoktan getirmişti...
ABD’yle olan güncel gerilim buzdağının salt görünen yüzüydü.
Yönetimin, yastık altı, Katar’dan milyarlar geldi gibi günü kurtarma anlayışı Kemal Derviş’in gerilerde kalan anlayışının 2018 modelini yansıtıyordu.
Korkut Boratav’ın şu saptamasının geçerliliğini anlamak için önümüzde somut nedenler vardı:
“Günümüzün toplumsal, siyasi sorunlarını geçen yüzyıla özgü olgu ve kavramlarla çözümlemek yanıltıcı olmaktadır. İdeolojik söylemlerdeki benzerliklerden, tarihsel paralellikler çıkarılmamalıdır...”
Kadın ve erkek...
İkisi birden gözlerini gecenin büyük kapısına çevirdi...
Erkeğin aklına Jacques Dupin’in dizeleri geldi:
“Yüzünüzün yokluğu tek karanlığımdır benim...”

***

Yüzünün yokluğu, tek karanlığı, boş sokaklarda dolaşan Suriyeli mültecilerin çocukları...
Her gece durdukları trafik ışıklarında sakız, su satıyorlardı.
Kırmızı kiremitli evler, boş avlularda açan hanımelleri...
Uçurum kenarına bırakılmış yarı uyanık bebeler, yok olmuş bir evrimde yapayalnızlardı.
Pencere kenarında başlıyordu müzik...
Şehrin içinde başka bir şehir vardı.
Titreyen bir şehir efsanesiydi...
Her şey boştu...
Her adım atışıyla yalnızlıkları yeni hüzünle buluşuyordu.
Zamanın eşiğinde yitirilenler trafik ışıklarında buluşuyordu.
Birsesle irkiliyorduçocuklar.
Zamanın sesine ulaşmak neydi, kimse bilmiyordu...
Bir sesle irkildi:
“Yakalayamazsın acı çekmeden, geniş kanatlarını dünyanın...”
Yanıt vermek istedi!
Yutkundu!
Gözleri büyüdü...
Pencereden dışarıya baktı, kanat çırpan kuşları gördü...
Dedi ki:
“Güzellik bir başka geceye saklar köklerini ve bir başka günde doğar yeniden.”
Mavi bir gökyüzü yalnızlığa tutsaktı.
Susmuşlar ülkesinde garip bir yolcu gibiydi...
Yerinden kalkıp bir kahve yaptı kendisi için...

***

Yıllar önceydi...
Bir sabah çok erken uyanmıştı...
Gazeteyi aldı, bir yazı dikkatini çekmişti.
Halit Çelenk’in bir yazısıydı...
Deniz’leri anlatıyordu...
Birtümcenin altınıçizdi hemen:
“Hiçbir kalem, hiçbir çizgi babaların yüzlerine vuran acı ve kederi dile getiremez.”
Baba Cemil Gezmiş yaşıyordu o tarihte.
Halit Ağabey yaşıyordu. Yusuf’un babası yaşıyordu. Hüseyin’in babası Hıdır İnan yaşıyordu.
Üç babayı tanımıştı...
Pencereden dışarıya baktı...
Havada kanat çırpan kuşlar yoktu.
Yaşam nasıl çoğaltılırdı?
Bu soruyu birkaç kez sordu...
Kahvesinden bir yudum aldı...
Yaşam nasıl çoğaltılır, sevgi neyle beslenirdi.
Bir demiryolu, bir çayır, bir mavi gökyüzü...
Evlerin çatılarına bakarken kendi kendine sordu:
“Yitik bir çığlık atmanın zamanı geldi mi?”
İçinde tarifsiz bir acı vardı. Yüreği kanıyordu.
Hiçbir kalem, hiçbir çizgi babaların yüzlerine vuran acıyı, kederi dile getiremezdi!
Annelerin yüreğine düşen kor o masalımsı yaşamın hüznünü alev alev tutuşturamazdı...
Yitik bir ufukta özlem dalga dalga, alev alev içimize düşemezdi...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları