Aristo’nun Kulakları Çınlasın!

09 Şubat 2014 Pazar

Zaman herhalde ben yaşlandığım için pek çabuk geçiyor. İşte gene bir şubat ayı ve ben gene denizine, atmosferine vurgun olduğum Assos’tayım. Assos geçen yıl şubat ayında olduğu gibi bu yıl da kendi varlığını ve evrendeki yerini sorgulayan, hatta evrenin kendisini sorgulayan genç - yaşlı dostlarla dolu. Hep birlikte iki gün sürecek 14. Felsefe Günleri’ndeyiz. Konu her zamanki gibi çok kışkırtıcı: Din ve Bilim Karşıtlığı.
Ülke televizyonlarının bilimi ve bilim insanlarını unuttuğu, onlarca kanalda imamların ve din adamlarının sürekli, saatlerce “Mutlak doğru bizim söylediklerimizdir” diyerek konuştuğu bir zamanda, doğrusu Assos’taki buluşma bir gönül ferahlığı yaratıyor. Sadece gönül ferahlığı değil, bir umut da.
Neler konuşuluyor, insanlar neleri merak ediyor? Bilim karşısında sürekli mevzi yitiren din, nasıl oluyor da hâlâ insana dair pek çok algıyı yönetiyor? Bu soruların yanıtları ve daha pek çok olguyu sizlere daha geniş, daha ayrıntılı bir biçimde önümüzdeki günlerde anlatacağım. Şimdilik fragmanla yetinmek durumundasınız. Çünkü henüz Felsefe Günleri bitmedi…
Şimdi biraz, zamanında aykırı söz söyleyen, mevcut düzeni sarsan ve tabii şaşılacak bir şey değil, düzenin sürdürücüleri, yani iktidarı elinde tutanlar tarafından yakılan, öldürülen felsefecilerden söz edelim. Bu bilgiler için “Özdeyişler” ve “Ben İnsana İnanıyorum” adlı kitapların yazarı Önder Limoncuoğlu’na teşekkür etmek istiyorum. Kitaplarını Assos’taki tüm katılımcılara tek tek armağan etti.
Bakın MÖ 570-495 yıllarında yaşayan ve “Seçimle doğru insan yönetime getirilmiyor! Liyakata göre atama yapılmalıdır” diyen Pisagor’un sonu, eğitim verdiği yandaşlarıyla birlikte öldürülmek olmuş. Gene MÖ 494-434 yılları arasında yaşayan ve “Madde oluşumu: Su, hava, ateş ve topraktır. Kan insan hayatının ana taşıyıcısı ve düşüncenin merkezidir” diyen Empedokles, “İnsan Tanrı’dır” diyerek İtalya’da Etna Yanardağı’nın kraterine atlamış.
“Yaratılmış nesne, tek varlık Tanrı’dır. Yaratan ve yaratılanın iki ayrı varlık olduğunu söylerseniz, bu tanrısal öze aykırı düşer” ve “Ben Tanrı’yım - Enel Hakk” diyen Hallacı Mansur, onu iktidarı için tehlike gören Abbasi halifesi tarafından “küfürbaz” diye yargılatılmış ve Bağdat’ta sokaklarda deve üstünde gezdirilip, sonra uzuvları tek tek kesilip yakılmış. Yıl 858-922. Devam edelim, MÖ 500-428 yıllarında yaşayan Anaksagoras “Hiçten hiçbir şey meydana gelmez ve hiçbir şey hiçliğe gitmez. Dolayısıyla mutlak anlamda bir oluş ve yok oluş yoktur. Madde atomdur” demiş, MÖ 468 yılında düşen bir göktaşını incelemiş ve bunun kızgın bir taş kütlesi olduğu kanaatine varmıştır. O tarihlerde Güneş, Yunanlılar için bir Tanrı ve onu taş olarak nitelendirmek büyük saygısızlık. Anaksagoras “Yerleşik inanca karşı gelmekle” suçlanır ve İyonya’da bulunan Lampsakos’a (Şimdiki Çanakkale) gitmek zorunda kalır, yani sürgün edilir.
Ve tabii Diyojen. MÖ 412-320 yıllarında erdemli insanı aramak için elinde fener ile dolaşan Diyojen şöyle demiş: “İnsanların doğaya karşı geliştirdiği toplumsallık gereksiz ve yozlaştırıcıdır. Birey mutluluğa ancak erdemle ulaşabilir. Erdem tekil ve doğal yaşamaktır.”
Açıkça söylemek gerekirse, ben bu Sinoplu Diyojen’i pek bir severim. O çağlarda kendisine mutlaka mahallenin delisi muamelesi yapılmıştır. Varsın yapılsın, deliler bizim saf halimizden başka nedir ki?
Evet gelelim Assos’ta sürgün hayatı yaşamış ve tıpkı bir başka sürgün, Halikarnas Balıkçısı gibi hem çevresini hem kendisini geliştirmiş Aristo’ya. Şöyle demiş: “Duyumlarımızla elde ettiğimiz bilgiler de bilgidir. Ancak ham bilgilerdir. İşte akıl bunları işler ve sonuçlar çıkarır.” “Bir cismin düşme hızı o cismin ağırlığıyla orantılıdır.” Sonuç Aristo Atina’da “dine saygısızlıktan” yargılanır ve Assos’a sürgün edilir. Yıl MÖ 384-322.
Görüyorsunuz sevgili okurlarım, gerçeğe ulaşma, insanları aydınlatma işini üstlenen kişilerle iktidarlar arasında hep bir çatışma olmuş ve iktidarlar “din” ipine her daim sıkı sıkı sarılmış. Milattan önceden bu yana pek bir şey değişmemiş. Ama bu çatışma iyi ki var. Çünkü aksi takdirde biz hâlâ dünyayı öküzün boynuzunda sanacaktık.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları