Bu dünyadan çekip giden dostlarım ve kitap fuarları

12 Kasım 2023 Pazar

Sevgili dostlarım, Cumhuriyet’te çalışmaya başladığım ilk günlerde “Ben Güneydoğu’ya gidip kaçakçılarla röportaj yapmak istiyorum” dediğimde genel yayın yönetmenim rahmetli Oktay Kurtböke (Oktay abi), “Seni oralara gönderemem, tehlikeli” diye konuyu kapatmaya çalışmıştı. Ben de inatçıyım. Sonunda gitme izni verdi. Oralara gidiyorum ya, iyi bir fotoğraf makinesine ihtiyacım var. Hemen Ant dergisinin Cağaloğlu’ndaki binasına koştum, derginin sorumlu yayın müdürü arkadaşım Osman Arolat oradaydı. Derdimi anlattım, anında o zaman için oldukça pahalı makinesini bana uzattı. Küçük bir çekim dersi de verdi. Sonra sınırdaki mayınlardan ötürü, bacağını, kolunu yitirmiş kaçakçıların fotoğraflarını çektim, onlarla sohbet ettim. Dicle kıyılarında turist taklidi yapıp çocuklara para dağıttım. Acayip heyecanla gazeteye geldim. Hemen fotoğrafçıların bölümüne gidip makineyi uzattım. Meğer makinenin içindeki film rulosu dönmemiş bile. Yani sıfır. Ağlıyorum, sonunda Oktay abi, Ara Güler’e telefon ediyor ve benim dizi yazı onun fotoğraflarıyla yayımlanıyor. Osman’a makineyi teslim ederken resmen gene ağlıyorum. 

Şimdi bu anıyı neden anlattım. Çünkü belki de yarım yüzyıllık arkadaşım, 68 kuşağının yaman gazetecisi Osman Arolat sessizce aramızdan ayrıldı. Ve benim de aklıma bana fotoğraf makinesini uzattığı an geldi. Ne kadar gençtik, ne kadar umut doluyduk. 

Belli ki sıra 68’lilerde. Tam Osman’ın ölümünü içime sindirmiştim, bir başka ölüm haberi gerçekten fazla geldi. Ünü dünyayı sarmış 1 Mayıs afişinin ressamı Orhan Taylan öldü, dediler. Ansızın, evine giren bir hırsız tarafından öldürülen annesi ressam Seniye Fenmen’le birlikte Çanakkale Çocuk Şenliği’nde kocaman duvarları boyamamız düştü anılar defterimden. Sonra Orhan’ın kimi zaman sevecen, kimi zaman başkaldıran, kimi zaman acıdan deliren kadınları geldi aklıma. Hele bir resim vardır, kadının ve erkeğin yüzü görünmez birbirlerine sarılmışlardır. O resmi gördüğümde hep bir görüş yeri gelir aklıma. Aşk gelir aklıma. 

Evet sevgili dostlarım, şimdi arkadaşlarıma rahmet dilemekten başka hiçbir şey beni teselli etmiyor ama hayat akıp gidiyor. Gazetedeki yazar arkadaşlarım siyasetle yeteri kadar ilgileniyorlar, ben şimdi şu kitap fuarları işinin nasıl bir fiyaskoya dönüştüğünü tartışmak istiyorum. Anılar beni Tepebaşı’ndaki fuarlara götürüyor. O günlerin heyecanını düşündükçe derin bir nefes alıyorum. Ve kendi kendime soruyorum, acaba bizim ya da benim zamanımız mı geçti? Bu soruyu kendime ilk kez geçen yıl yapılan Ankara Kitap Fuarı’nda sordum. Büyük yayınevlerinin ilan panolarıyla adlarını duyurdukları özellikle roman yazarları dışında pek çok yazarın, kendimin de sinek avladığını gördüm. Aralarında çok değerli yazarlar vardı. Birden girişteki ergen kuyruğuna gözüm takıldı. Yazarı iki gencecik kızdı ve onlara yayınevleri girişte örtülü bir masa ayarlamıştı. Masanın üstünde de güller. Ve yemin ediyorum yazarın önündeki kuyruk iki kilometreyi buluyordu. Özellikle 14-15 yaşındaki kızlar ellerinde çiçekler heyecan içinde sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Merak edip yazarın kitabını aldım, okumaya başladım. Birden ergenlikte okuduğum ünlü aşk romanları yazarı Barbara Cartland’in kitaplarını hatırladım ama coğrafya değişmiş, şatolar yalı olmuş. Biz gerçekten çok yamanız (!)

Sora sora öğrendim. Gençler grup kurup roman yazıyorlarmış. Onlara ana bir tema veriliyormuş, sonra sırayla 30 sayfa yazarak romanı bitiriyorlarmış. Sosyal medyada bu iş almış yürümüş. Bu arada dizilerin etkisiyle yaşam koçlarının “Mutluluğu Nasıl Yakalayabilirsin?” ya da “Kendi Kendine Aile Dizini Yapabilirsin!” başlıklı kitaplar da çok satıyor dini ahlak bilgileri veren, peygamberlerin hayatlarını anlatan kitaplar da. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, sosyal medya kendi kendinin reklamını yapan, nasıl yazdıklarını uzun uzun anlatan yazarlarla, şairlerle doldu. En çok da eşe dosta şiir okuyan şairlere pek şaşıyorum çünkü şiir biraz mahrem bir şeydir ve tek başına okunması iyidir. 

Şimdi size sosyal medyanın gücünü gösteren bir gerçek olay anlatmak istiyorum. Ben her meslekten ve yaştan kişilerle kısa film atölyeleri yapıyorum, bak orada ilgi büyük. Bir gün gruba dedim ki “Ayrılıkla ilgili bir küçük hikâye yazın”. Benim de aklımda Nâzım Hikmet’in Saman Sarısı şiirinden ayrılıkla ilgili bir bölüm var. Neyse saat doldu, okuma başladı. Birkaç kişi kendilerine ait hikâyelerden yola çıkmış. Sıra üniversite birinci sınıfta okuyan sevimli kızımıza geldi, “Hocam” dedi, “Ben bir şey yazamadım. Çünkü bizde ayrılmak mesaj yazarak oluyor. Ben sadece ‘Senden ayrılıyorum’ diye yazdım.” Tek cümle. Ben şaşırdım. O sırada meslek okulunda ders veren bir erkek arkadaş söz aldı: “Hocam ben arkadaşıma katılıyorum. Burada arkadaşımız, ‘Ben senden ayrılıyorum’ diye yazmış, kendini yormuş, benim sınıfta mesaj atmaya bile üşenenler var.” Vay canına, ben numaradan biraz öfkeli, topladığım cep telefonlarını ellerine verip “Şimdi Nâzım Hikmet’in Saman Sarısı şiirini açın” dedim. 

Evet yazımı okuyan, kitapları çok satan yazar dostlarım “Işıl bizi kıskanmış” diyebilirler. Ona da eyvallah!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları