Sert görünüşlü çocuk adam: Erdal Atabek

02 Haziran 2024 Pazar

Sevgili okurlarım bugünlerde belki de yaş gereği dostlarımın ölüm haberleriyle allak bullak dolaşıyorum. İşte o günlerden biri, az sonra canım Erdal Atabek’i gazetemizin küçük bahçesinden sonsuzluğa uğurlayacağız. İşte tabutu orada ve ben yüzümde buruk bir gülümsemeyle birlikte geçirdiğimiz uzun zamanların anılarıyla, kısaca onunla baş başayım. 

O benim “kâhin” dediğim doktorlarımın arasına girer ve benim için gerçekten kâhindir. Birden soğuk ve karanlık bir günü anımsıyorum. Tansiyonum yerlerde kımıldayamıyorum. Kızım telaş içinde; Erdal’ın sevgili hayat arkadaşı, kızımın da anaokuluna gittiğinde en sevdiği öğretmeni Huri’yi arıyor. Yarım saat sonra Huri ve Erdal benim yanı başında. Erdal dilaltı hapları getirmiş ama şöyle bir nabzıma bakıp ve gülerek “Hadi yırttın gene ölmeyeceksin” diyor ve Huri’ye limonlu su yapmasını söylüyor. Az sonra hep birlikte dedikodu yapıp gülmeye başlıyoruz. Bir süre sonra ikisini de yitirdiğim iki sevgili dost Yaman Okay (çok yetenenekli bir oyuncu ve dostu) ve Meral Okay (Herkes onu senaryosunu yazdığı Muhteşem Yüzyıl ve Asmalı Konak’tan tanır) kapıyı çalıp “Bir hasta varmış” diye ellerinde çiçeklerle geldiler. Ben kendimden geçince kızım ne kadar dostum varsa hepsini aramış. Neyse gelsin çaylar, kahveler. Meral, bir otobüs molasında onu çeviren ve Asmalı Konak’ta “Daha neler olacak?” diye soru yağmuruna tutan hayranlarından kurtulmak için molanın sonuna kadar tuvalette saklandığını anlatırken hep birlikte kahkahalar atıyoruz ve Erdal çok sevdiği halkımızın sosyolojik özelliklerini tane tane anlatıyor. Zaman geçmiş, Meral’le Yaman kalkıyorlar. Koltukta oturan Erdal, üzgün bir sesle bana şöyle diyor: “Senin bir şeyin yok, maşallah turp gibisin ama Yaman’ın durumu kötü.” Huri’yle ben şaşırıyoruz. Erdal’a biraz da kızgın bir sesle söyleniyoruz: “Taş gibi adam, canımızı sıkma.” Erdal üzgün, devam ediyor, “Yaman’da yakında ortaya çıkacak bir pankreas kanseri var. Üzgünüm”. Evet dostlarım Erdal için bir kâhin demiştim, gerçekten bir hafta sonra müthiş bir ağrıyla hastaneye kaldırılan Yaman’ın pankreas kanserine yakalandığı anlaşıyor ve hain hastalık üç ay içinde onu bizden alıyor.

Atabek, öğrencilerle birlikte

Erdal sadece bir doktor değildi, o sert görünüşünün altında yaramaz bir çocuk yatardı. Şimdi anlatacağım olay bizzat yaşanmıştır. Erdal ve ben, şimdi tam anımsayamıyorum, az sonra uçağa binip konuşma yapacağımız şehre doğru uçacağız. Kuyruktayız; çantalarımızı, cep telefonlarımız kutulara koyup her şeyi gösteren kameraların önünden geçeceğiz. Erdal önde, kontrol memuru Erdal’ı durduruyor ve küçük bavulunu açmasını söylüyor. Erdal gayet sakin bavulunu açıyor ve “Unutmuşum” diyerek bavulun yan cebinde duran İsveç çakısını çıkarıp memura uzatıyor. Memur Erdal’ı tanıyor ve “Doktorum bu çakıyı alıyorum” diyor. Erdal gülerek başını sallıyor. Çakı bırakılmış, salona geçiyoruz. Yan yana oturuyoruz. Erdal ceketinin cebine el atmamı söylüyor. Ceketinin cebine elimi uzatıyorum. O da ne küçük bir tabanca. Ben dehşet içindeyim, Erdal, “Çakıyı bıraktık ama bunu şakır şakır geçirdik” diye bana gülümsüyor. Ben hâlâ o tabanca nasıl geçti çözemiyorum.

Konu tabancadan açıldı ya devam edelim. Erdal Atabek’i, sevgili eşi Huri’yle ben tanıştırdım ve çok güzel dolu dolu bir aşk yaşadılar. Gün geldi evlenelim dediler. Öyle kalabalık bir nikâh filan istemediler, Beykoz’da bir nikâh salonunda dört beş kişinin olduğu sade bir tören yaptılar. Sonra Erdal, ben, Huri deniz kıyısına indik. Akşamüstü Güneş batıyor, kimsecikler yok. O zaman Erdal, küçük tabancasını eline alıp denize doğru yüzünde muzip bir gülümseme ile ateş etmeye başladı. Ne oluyor derken bize dönüp “Siz de ateş etmek istemez misiniz? Buyurun” dedi. Huri, “Hayır” diye itiraz etti. Ben evlenen dostlarım için tabancayı elime aldım ve denize ateş ettim. İlk ve son!

Şimdi biraz acılı bir anıya geçeceğim. Erdal, Huri ve ben; şimdi anımsayamadığım bir nedenle İlhan abinin (İlhan Selçuk) Levent’teki mütevazı evindeyiz. İlhan abinin eşi Handan Hanım Alzheimer hastası. İlhan abi şefkatle, yorulmak bilmeden ona bakıyor. Oturmuşuz Handan Hanım bir görünüp bir kayboluyor. Birden onun ne cevval ne kadar mücadeleci bir kadın olduğunu anımsıyorum. Teknik üniversitedeki bir açıkoturumda konuşmasını beğenmediği bir adamı nasıl haşladığını, toplantıdaki biz gençlere işin doğrusunu nasıl tek tek anlattığını anımsıyorum. Ateş gibi parlayan gözlerini anımsıyorum. Üzgünüm, hepimiz üzgünüz; bir süre sora evden ayrılıyoruz. Erdal araba sürüyor. Ben birden, “Erdal senden bir isteğim var” diye başlıyorum. “Ben Alzheimer olursam bana şefkatle bakacak kimsem yok. Ayrıca kimseye yük olmak istemiyorum bana ötanazi yapar mısın? Sen doktorsun” diyorum. Erdal ani bir frenle arabayı durduruyor, “Doktor olduysam katil değilim ki. Bunu hiçbir doktor arkadaşından isteme! Şimdi kesin sesinizi! Sizi dondurma yemeye götürüyorum ve akşama hep birlikte balık yiyip hayatın ne kadar kıymetli olduğunu konuşacağız. Şimdi yeteri kadar üzülün ve üzüntünüz usulca dağılsın. Bu bir doktor emridir” diyor. Emri yerine getiriyoruz.

Sevgili dostlarım, anılar bitmez yerimiz biter. Ben bu hafta sadece Erdal’ın ölümüyle sarsılmadım. Çok sevdiğim Derviş Zaim’in çektiği Tabutta Rövaşata’nın filminin oyuncusu Ahmet Uğurlu’yu da yitirdik. Ona çirkin derlerdi ama bence müthiş bir sinema yüzü vardı ve sonsuz sevgiyle dolu bir yüreği. Dostlarına başsağlığı diliyorum. 

Bugün de böyle oldu, hepimize uzun ömürler dilerim.

Not: Tabanca ruhsatlıydı.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları