Sürdüm kırmızı rujumu...

10 Aralık 2023 Pazar

Yağmurlu bir günde, yaş yetmişe yaklaşırken kalabalık bir caddede karşılaşmıştık seninle. Sımsıkı sarılmıştık birbirimize. Ben, “Artık kocadık” demiştim. Sen gülerek dudaklarımızı işaret ettin, “Biz kırmızı rujumuzu sürer, eyleme de eğlenceye de gideriz, kim takar yaşı” demiştin. Basmıştık kahkahayı. İkimizin de dudakları al kırmızıydı. 

Işıl’ım ölüm haberin beni perişan etti. Birden geçen yaz Datça, UKKSA’da ve deniz kıyısında attığımız kahkahalar geldi aklıma. Senin kanserle yaptığın mücadeleden, ondan uzun zamandır birlikte yaşadığın bir dost gibi söz etmenden çok etkilenmiştim. Sonra kendi kendime demiştim ki “Tabii mücadele eder çünkü o bir 68’li!” Az sonra cenazene gideceğim ve aklımda 68’li yıllarımız geçiyor. Çınaraltı’ndaki kahvemizdeki çocuk yüzlerimiz gelip beni buluyor. Masis, Ragıp, Işıtan, sen, baba Bülent, Jülide, Avniye, Mehmet, İnci, Methi, Sıtkı daha birçokları. Adaşız ya bizi ayırmak için “Büyük Işıl”, “Küçük Işıl” diye çağırırlardı. Küçük Işıl bendim. Ben seni “Çınaraltı Değişti mi?” adlı hikâyemden bizim muhteşem çocukluğumuzu anlatan bölümlerle uğurlamak istiyorum. 

Ve bilesin ki kırmızı rujumu sürdüm. 

“Kaç yaşındaydık bir akşamüstü Çınaraltı’nda 

Gölgelerin uzadığı bir akşamüstü Çınaraltı’ndan geçtim. Güvercinler çoğalmıştı. Bizim kahvemizin; çınarıyla, masalarıyla, fincanlarıyla, insanlarıyla bir zamanlar bizim olan kahvemizin sandalyeleri oraya buraya savrulmuştu. Oturdum kahvemize. Kızlı oğlanlı grupları seyrettim. Oğlanlar yüzlerinde kendilerine yalancı bir gülümseme, büyük el kol hareketleri yaparak konuşuyorlardı. Kızlar çekingendi. Hepsi sigara içiyordu. Sigarasız birlikte olunmuyor. Yanımdan hiçbir şeye gülümsemeyen, belki de gülümsemeyi unutmuş yorgun kadınlar geçti. Çınaraltı güvercinleri ağladılar. Ben ikinci çayımı istedim. 

Biz erken büyümüş çocuklardık. Hep yeni, duyulmadık bir şey anlatmak isterdik çevremizdekilere. İçimizde kök salmış bir yarışma duygusu. Üstelik dehşetli alıngandık. Kelimeler tartışıla tartışıla eskirdi masalarda. Kavramlar bozguna uğramışlarcasına yalpalarlardı. Birbirimizi suçlarken severdik. 

Delikanlı bir coşkuyla bitirirdik günü, gene delikanlı bir coşkuyla geceye başlardık. Deli bir yürekti bizimkisi. Dur durak bilmez. Aldı mı başını Kaf Dağı’nı aşar da durup şaşardı. Gün olur pireyi dağ yapardık. Dağlar, dağlar kaplardı dört bir yanımızı, biz yamaçlarında ezilirdik. O sırada güvercinler gene uçardı. Yorgun işçiler geçerdi yanımızdan. Ve bir çocuk kan davasından hasmını öldürürdü. 

Görkemli ama köksüz ser çiçekleri gibi boy attık biz, ilkyazların bereketli yağmurlarını beklemeden. Hepimizin hep bir yerlere yetişecekmiş gibi acelesi vardı. Bir sonbahar günü Ada iskelesinde rastladığımız o ihtiyar yapı işçisini hatırlıyor musun? Ne bilge bir adamdı. Yol boyu o söylemiş, biz dinlemiştik ‘Şu hayat var ya’ demişti. ‘Öyle yüz metrede bitiveren bir yarış değil, tökezlene tökezlene yürünen binlerce kilometrelik bir yoldur.’ Yüz metrelik bir koşu gibi mi gördük hayatı, devrimi? 

Değişti mi Çınaraltı? Biz Çınaraltı’nda kaç yaşındaydık? Sevdalarımız kaç yaşındaydı? 

Biz Simone de Beauvoirı, Kafka, Camusyü okumuştuk. Biz ‘Sosyalizm ve Kadın’ı okumuştuk. Aydınca olmalıydı sevdalarımız. Neydi bu aydınca kadın erkek ilişkisi? Hangi toplumda yaşıyorduk biz? Yoksa bir ‘ada’ mıydı yaşadığımız yer? Nasıl kolay yadsırdık yetiştiğimiz koşulları, nasıl kasabalılığımızı bir çırpıda atardık üstümüzden? Birer yaşamasız yaşama ustasıydık. İlişkilerimizde doğal olan ne varsa yok edip ayrıntılarla boğuşurduk. 

Bir akşamüstü Çınaraltı’nda. Kadın erkek eşittir, dedik. Bunu derken gece vardiyasındaki işçiler ilk bir saati doldurmuşlardı. Eşitiz, dedik. Bunu derken mavi gözlü on beşinde bir kız bir yandan midesinin açlığını bastırmaya çalışıyor bir yandan da karşısındaki adama davetkâr bakışlar gönderiyordu. Eşitiz, dedik. Bunu derken yan masadaki adam sarışın arkadaşımızın bacaklarını daha iyi görmek için sandalyesinin yerini değiştiriyordu. Eşitiz, dedik. Bunu derken gazetelerde işgal haberleri baş sütundaydı. 

Eşitiz, dedik ama yaşayamadık. Birazdan güneş batacak. Dolu masalar da boşalacak. Çaycı dükkânı kapanacak, tezgâhlar toplanacak. Bu kadar güvercin akşam olunca ne yapar, nereye gider? Hiç bilemedim. Kitap dolu tezgâhların önünden oyalanmadan, biraz da utanarak geçtim. Ve birden Çınaraltı o akşamüstü olanca hüznüyle çöktü yüreğime. Adımlarımı yavaşlattım. Senin tanıdık sesini duyabilmek için bir an gözlerimi kapayıp bekledim. Kimse seslenmedi. Ağır ağır açtım gözlerimi, çınarın yaprakları arasında oynaşan güneşi gördüm. Çınarın yalnızlığını duydum yüreğimde. Gecenin sessizliğinde, düdüklerini uzun uzun çalıp geçen posta trenlerinin, birkaç dakikacık mola verdikleri unutulmuş istasyonların yorgun, kederli bekçilerine benzettim onu. İçim sevgiyle doldu.” 

Canım kırmızı rujlu arkadaşım. Güle güle. 

Yazarın notu: Onun adı Işıl Uyar, özellikle Türkiye Çevre Platformu’nun yorulmak bilmeyen kurucusudur. Dağlar, ormanlar, sular, güneş, dalgalar, rüzgâr ondan sorulurdu.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları