Son Eylül: Metin Münir ve Hıfzı Topuz

01 Ekim 2023 Pazar

“Türkiye’de iki hafta geçirdikten sonra döndüğümde, adada beni Eylül karşıladı. Kapının koluna örümcek ağ örmüştü” diyordu sevgili Metin hayatının son Eylül’ünü anlattığı yazılarından birinde ve şöyle devam ediyordu: 

“Düşünmeden edemedim. İki hafta değil de iki yıl evden uzak kalsaydım ne olacaktı? Örümcekler evi ağdan bir paketin içine mi alacaklardı?

Ürkütücü.... 

Eylül ayakkabılarını çıkarmış bahçeme sessizce girmişti. Ne inşaat gürültüsü vardı, ne traktör, ne köpek havlaması. 

Göçmen kuşlar göçmüş, ağustosböcekleri susmuştu. Bahçe kapısının önünde cümbüş yapan serçeler bile ortalıkta yoktu. Yuvaları evimin kiremitleri arasındadır. Nereye gitmiş olabilirler?”

Alın size işte Eylül hüznünü ve tenhalığını iliklerimize dek hissettiren, müthiş edebiyat lezzeti olan satırlara bir örnek.

“Türk basının yetiştirdiği” diyemeyeceğim... Metin Münir “Türk basınının hoyratlığına, sertliğine ve acımasızlığına rağmen” temayüz edebilmiş istisnai yeteneklerden biri oldu. 

Bayağı bildiğiniz Rus romancıları gibi yazardı. Ne ki 2000’ler sonrası Türk medyasının tutunacak dal bırakmayan savrulmaları sürecinde, Metin de- zengin birikimine karşın!- kendisine yer aramak zahmetinden vazgeçti. Köklerine ve Kıbrıs’a döndü. Oradaki yerel gazetelerden birinde iç-dış politikanın şartlamalarından azade, hayatının en güzel yazılarını yazdı. 

Onu ben hep hiç kaçırmadan izledim. Belli aralıklarla da mesajlaşırdık. 

O bana anılarımı okumak istediğinden dem vururdu. Ben ona Kıbrıs Diyalog Gazetesi’ndeki yazılarının asla kaybolmaması ve basılması gerektiğini söylerdim... 

Gönderdiğim son mesajlardan birinde bir defa daha “Yazılarına bayılıyorum” dedim.“Onları bir kitapta toplamalısın. Büyükada’ya sonbahar geldi bile. Begonviller soldu. Bu yazın başlamasıyla bitmesi bir oldu. Her yazımız, bir öncekinden artık daha hızlı, çabuk geçiyor sevgili Metin”.

Bu son mesajıma çok kısa ve öz; “Köşe yazılarımı basacak bir yayınevi bulabileceğimi sanmadığım için hiç aramıyorum” yanıtını vermişti. Oysa böyle bir yayınevi illa ki bulunmalı. Bu muhteşem yazıların izi, sadece gazete arşivlerinde onları arayıp bulan okurların belleğinde kalmamalı. 

YAŞAMIN ALEGORİSİ

Metin’in bahçesi gerçekte salt bir bahçe değil, “yaşamın alegorisi” idi. 

Yaz başında kaleme aldığı Sürgün yazısında unutmuyorum şöyle demişti: 

“Geçen gün eski yazılarımı okuyarak birkaç saat geçirdim ve o günlerdeki kendimden artık ne kadar uzak olduğumu düşündüm. 

Artık o yazılar gibi yazılar yazamam, çünkü çadırını söküp yola koyulmuş bir göçer gibi uzaklaştım eski kendimden. 

Uzaklaştığım yerler de kendilerinden uzaklaştı. Yaşadığım yer, birlikte olduğum insanlar, yemek yediğim lokantalar, saçımı kesen berberler, elbiselerimi satın aldığım dükkânlar, içinde yürüdüğüm korular, deniz kenarları, bir yakadan diğerine götüren tekneler, yazdığım gazeteler artık yok veya benim gibi, o kadar değiştiler ki başka oldular. 

Geri dönsem onları tanıyamayacağım, onlar da beni. Başka bir şey daha oldu. Gelecek de değişti. Geleceğin dünya(sını) altüst edecek iki kesinlik var: İklim felâketi ve Yapay Zekâ.

Bu iki şey arasında ben, ona dönülmesi mümkün olmayan geçmiş ile yaprak çıkaran ağaç gibi kesinlikler kazanmış olan gelecek arasında asılıyım. Uçmuyorum, sallanmıyorum, bir yere gitmiyorum, yere düşmüyorum. 

Sürüncemedeyim.

Bunlar beni biraz şaşırtıyor ama tedirgin etmiyor. 

Şaşırtıyor, çünkü beni bohçalayan değişikliklerin bu kadar çok ve köklü olmasını beklemezdim. 

Tedirgin etmiyor, çünkü insanın başına gelecek olan hiçbir şeyi değiştirecek güce sahip olmadığını çoktan öğrendim.”

VE BİR “TARİH SÜRGÜNÜ”

Metin Münir kendisini Girne’nin -ironik bir rastlantı eseri- Ozanköy’üne sürgün etmişti. 

Bu Eylül giderken, bizden çok daha değişik biçimde sürgün olan bir başka büyük yazar Hıfzı Topuz’u da götürdü.  Bambaşka bir kuşak ve bambaşka bir yazar... 

Topuz’u da çok severek izler ve okurdum. 

İçe dönük Metin’in aksine, 100 yıllık yaşamının sonuna değin hayatın göbeğinde olan Topuz da aslına entelektüel manada bir sürgündü.  O, Metin gibi gerçi uluorta küsmemiş, köşesine, bahçesine çekilmemiş ama tarihe sığınmıştı. 

Eserlerine baktığımızda, “günümüz” üzerinde doğrudan fazla kelam etmeyi seçmediğini, yoğunlukla geçmiş üzerinden mesaj vermeyi yeğlediğini görürsünüz.

Bunu küçümsediğim düşünülmesin.

“Tarih cahili” olduğumuzdan, bilakis bu işlevi çok önemsiyorum. Topuz’un yaşamının son döneminde, 100 yıl öncesinin “akıl tutulması zamanlarını” anlatmasını çok kıymetli buluyorum. Tevfik Fikret’i hikaye ettiği Elbet sabah olacaktır, Namık Kemal’i hikaye ettiği Vatanı sattık bir pula, Jön Türk mücadelesini betimlediği Paris’te son Osmanlılar, Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali’yi anlattığı Hava kurşun gibi ağır, Başın öne eğilmesin romanlarının her birini zengin kazanımlar olarak görüyorum. 

Ama gene de Hıfzı Topuz çapında bir birikimin dahi “güncel siyaset” bağlamında kitabın ortasından kelam etmemesini, not düşmeden geçemiyorum. Bu bağlamda Topuz’un da kendisini tarihe “sürgün” ettiğini düşünüyorum. 

Ne diyordu ünlü İranlı şair: “Kuş ölür, sen uçuşu hatırla!”

Metin Münir ve Hıfzı Topuz...her ikisini de Füruğ Ferruhzad’ın unutulmaz dizeleriyle hatırlayalım.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yurttaşlara mektup 28 Nisan 2024
Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları