Olaylar Ve Görüşler

Katolik ve Ortodoks Kiliseleri Birleşiyorlar mı?

01 Aralık 2014 Pazartesi

Yakınlaşma süreci nasıl gelişirse gelişsin, unutulmaması gereken bir nokta var: Başlıca kurum ve mekânların önemli bir kısmı Türkiye’dedir ve/veya Türkiye ile yakından ilişkilidir.

Papa Francesco’nun Türkiye ziyareti esnasında Patrik Bartholomeos’la kurduğu yakın temas ve Rum Patrikhanesi ile geliştirdiği dostane ilişkiler, eski bir soruyu gündeme getirdi: Katolikler ve Ortodokslar birleşecekler mi? Bu sorunun cevabının peşine düşmeden önce nasıl ayrıldıklarını hatırlamak gerek.
Görünürde her şey, 1054 yılında, başlarında Kardinal Humbert’in bulunduğu Papalık temsilcilerinin Ayasofya’nın mihrabına İstanbul Patriği Kerullarios’u aforoz eden mektubu bırakması ve patriğin de onları aforoz etmesiyle başlamıştı. Krizin sebebi, Doğu ve Batı kiliselerini yüzyıllardır bölen bir ilahiyat tartışmasıydı: Hıristiyan inancına göre Tanrı’yı oluşturan Kutsal Üçlü içinde Kutsal Ruh, sadece ‘Baba’dan mı kaynaklanıyordu; yoksa aynı zamanda ‘Oğul’dan mı? 325 İznik Konsili’nde tespit edilen “Amentü” formülüne göre sadece ‘Baba’dan. Ancak, zamanla Roma merkezli Batı kilisesi bu formüle “ve Oğul’dan” (Filioque) kelimesini ekledi. İlahiyat açısından kiliseleri bölen, bu kelimecikten ibaretti. Ayrışmanın gerisinde ise Batı’da filizlenen Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile Doğu Roma İmparatorluğu arasındaki yetki ve iktidar kavgası vardı. Nitekim, Katolik dini mercilerin sükûnetle çözmeye çalıştığı iman krizini, imparatorlar alevlendirdiler. Kriz, Haçlı Seferleri’nin de etkisiyle derinleşti ve onarılmaz hale geldi. Katolikler ve Ortodokslar, hiyerarşileri gibi itikatlarını da ayırdılar, hatta birbirlerine cehennemlik gözüyle bakmaya başladılar.

Kiliseler arası yakınlaşma
Karşılıklı aforozlar, ancak 1965’te İstanbul Patriği Athenagoras ve Papa 6. Paul tarafından kaldırılabildi. 2013’te Patrik Bartholomeos, iki kilisenin birleşmesi yönündeki ümitlerini vurguladı. Önümüzdeki yıllarda, kiliseler arası yakınlaşmayı sağlamak üzere toplantılar yapılması muhtemel. Bu toplantıların, 1054 krizine yol açan itikat ayrılığını giderici bir çözüm bularak kiliseler arası birleşmenin teolojik zeminini hazırlaması gerekecek.
Ancak mesele basit bir ilahiyat tartışmasından ibaret değil. Katolik ve Ortodoks kelimeleri sadece iki mezhebi değil, aynı zamanda iki kültürü ve dünya görüşünü ifade ediyor. Her iki mezhebin 900 yıllık ayrı bir yaşanmışlığı ve siyasi kimliği var. Ortodoksluk, Katolikliğin karşı karşıya geldiği Reform, Aydınlanma, sanayileşme, modernleşme gibi deneyimlerinin dışında kaldı. 20. yüzyılda ise pek çok Ortodoks halk ateist rejimler altında ezildi. Özgürlüklerine kavuşan bu halklar koyu bir dindarlığa yöneldiler. Günümüz Ortodoksluğu yükselişe geçmiş durumda ve başka mezheplerden de müminleri kendine çekiyor. Katoliklikte ise ciddi yapısal ve demografik problemler var.
Vatikan içinde esaslı reform ve diğer mezheplerle, hatta dinlerle yakınlaşma girişimlerini, İstanbul’da ruhani temsilcilik yapmış olan Papa 23. Jean (Roncalli) 1962’de II. Vatikan Konsili ile başlatmıştı. Kilisenin başarıyla yürüttüğü “kendini güncelleme” (aggiornamento) süreci o denli tepki doğurdu ki başpiskopos Lefebvre İsviçre’ye sığınarak özerkliğini ilan etti, reform kararlarını tanımadı ve nihayet aforoz edildi. Bu grubun Katolik Kilisesi’ne geri dönüş süreci ve sancıları hâlâ devam ediyor.
Ortodoksluğun ciddi bir iç dönüşüm geçirerek Katoliklikle birleşme çalışmalarına katılımı ise daha da karmaşık. Her şeyden önce, tek bir Ortodoksluktan ziyade birden çok bağımsız/özerk kiliseden bahsetmek daha doğru olacak. Papanın liderliğinde monolitik bir hiyerarşiye sahip Katolikliğin aksine Ortodoksluk eşit konumdaki patrikhanelerden (ve bazı özerk piskoposluklardan) oluşuyor. İstanbul Patrikhanesi bunlar arasında “primus inter pares” (eşitler arasında birinci) konuma sahip. Bu konum, şüphesiz protokoller ve ruhani üstünlük sağlıyor ama diğer kiliseler üzerinde yargı yetkisi sağlamıyor. Ancak, pek çok denizötesi Ortodoks kilisesinin ve bu arada Amerika başpiskoposluğunun da doğrudan İstanbul’a bağlı olması nedeniyle İstanbul Patrikhanesi’nin sadece kendine özgü yetki alanı da azımsanamaz.
Ortodoks patriklerin buluştuğu bir toplantıya İstanbul Patriği başkanlık eder. Ama İstanbul Patrikhanesi’nin kendi başına aldığı kararlar diğerlerini bağlamaz. Bu itibarla, Katolik kilisesiyle yürütülecek uzlaşma ve birleşme görüşmelerinde Ortodoksluğu kim(ler)in temsil edeceği sorusu akla geliyor. Nüfusun çoğunluğunun Ortodoks olduğu ülkelerde kilise ile devlet arasındaki yakın ilişkiler (buna zarif bir ifadeyle “din ile devletin senfonisi- eşsesliliği” deniyor) düşünülecek olursa, görüşmelere siyasetin karışacağını öngörmek zor değil. Bu ilişkilerin özellikle sıcak olduğu Rusya’da bulunan Moskova Patrikhanesi’nin alacağı vaziyet, Katolik Kilisesi ile yakınlaşma sürecinde olumlu ya da olumsuz rol oynayabilir. Diğer yandan, yüksek ruhban düzeyinde varılan bir uzlaşmanın her iki mezhebin taban kesiminde ne kadar sindirileceği de bir merak konusu.

Sonuç:
Yakınlaşma sürecinde, İznik Konsili’nin 1700. yıldönümünde aynı yerde yapılacak ortak bir konsilin belirleyici olacağı söylentileri ve Papa Francesco’nun ziyaretinin aslında bu konsile yönelik bir tezgâh olduğuna dair komplo teorileri de tedavüle girdi. İlk evrensel konsile geri dönüşün sembolü olabilecek böyle bir toplantının gerçekleştirilebilirliği, on yıla uzanan çok bilinmeyenli bir denklemin sonucuna bağlı: O tarihe kadar siyasi ve dini makamlarda kişisel ve kurumsal anlamda ne gibi değişiklikler olacak? Hatırlamak gerekir ki İznik Ayasofya’sı geçirdiği restorasyondan sonra 2011’de cami olarak ibadete açıldı. Burada bir kilise toplantısının yapılması pek gerçekçi görünmüyor. Konsil, İznik’teki bir otelin lobisinde toplanırsa da ruhaniyet ve itibarından herhalde çok şey yitirir.
Yakınlaşma süreci nasıl gelişirse gelişsin, unutulmaması gereken bir nokta var: Başlıca kurum ve mekânların önemli bir kısmı Türkiye’dedir ve/veya Türkiye ile yakından ilişkilidir. Bu itibarla, süreci komplo teorilerine boğmaktansa, Türk dış siyaseti için bir avantaja dönüştürmenin yollarını aramak daha isabetli olur. Bunun için kurumların, olguların, aktörlerin ve dinamiklerin çok iyi anlaşılmasında fayda var. Sadece Haliç ve Tiber değil, aynı zamanda Moskva ve hatta Potomac nehirleri kıyılarında olup bitenleri de çok yakından gözlemlememiz gerekiyor.  

Prof. Dr. EMRE ÖKTEM Galatasaray Üniversitesi

 

Üzülmemek Elde Değil!

Türkçedeki kadar güzel, anlamlı ve bir konuyu kısa, öz anlatan özdeyişler başka hiçbir dilde yoktur. Bu iddialı tespiti her zaman yaptım ve yapmayı da sürdüreceğim. Bu bağlamda söylemem gerekir ki yargıda ortalık harman yeridir. Bir kargaşa, bir atışma, ben haklıyım, sen haksızsın tartışmaları ortamı gerdikçe geriyor. Bu tartışmaları da ülkeyi yönetenler katında üst görevlerdeki kişiler yapıyorlar.

Gelin, bu yazının toplumu aydınlatma görevini dikkate alarak, özünde konuyu masaya yatıralım.

Bugün güncellik taşıyan konu yargıda sürekli değişiklikler yapılmasıdır. Bir yap-boz ortamı yaşanıyor, yaşatılıyor. Bu tutum hukuka, adalete olan güveni azaltıyor. Oysa hukuk düzen, istikrar demektir. Bu sağlanamazsa devlet de birey de zarar görür; gerçekten de görüyor.

Bu tutumu sergileyenlerin gerekçeleri ne/neler olabilir? Herhalde daha iyi hukuk üretmek, bireyin hak ve özgürlüklerini sağlam temellere oturtmak, ülkede hukuk devletini ve adil yargılanma hakkını pekiştirmek.

Ortaya çıkan resim böyle mi? Ne yazık ki hiç değil. Bunun temel nedeni sistemle oynamaktır. Sistem bir kere bozulunca, onu yeniden kurmak kolay olmaz. Sistemi düzelteceğim derken, yeni arızalar yaratırsınız. İş içinden çıkılmaz duruma gelir.

Nasıl mı? İşte şöyle:

Sulh ceza mahkemelerini kaldırmak büyük hatadır. Bu mahkemeleri kaldırınca, iş yükü asliye ceza mahkemelerine binmiştir. Bu mahkemeler de ağır iş yükünden çökeceklerdir. Oysa yapılması gereken, neyin suç olması, neyin olmamasını yeniden belirlemek, sonra mahkemeler arasında bir görevlendirme yapmak. Bu bir rahat nefes aldırırdı.

Son dönemde Yargıtay Başkanı ile Adalet Bakanı’nı karşı karşıya getiren konuya gelince, şu düşüncelerimi kamuoyu ile paylaşmak isterim. Yargıtay Başkanı diyor ki, “Yargıtay’ı ilgilendiren yasa değişiklik önerileri bize danışılmadan yapıldı. Bunlarda anayasaya ve hukuka aykırılıklar vardır; siyasal iktidar yargıya müdahale ediyor.” Adalet Bakanı cevap veriyor, “Yasama erki TBMM’nindir; bu kurum yasama görevini yapar, yargı ile ilgili kuralları koyar. Bunda bir aykırılık yoktur.”

Yasama yasaları yapar, doğrudur. Ancak güzel, iyi ve amaca uygun olan tutum görüş alışverişi ile yaratılan sonuçlara ulaşmak değil midir? Elbette öyledir. Ayrıca bu konuları “halkın” gözü önünde, terimi bağışlayınız, kavga üslubunda tartışmak kimseye yarar sağlamaz, aksine zarar verir.

Kanımca işin özü ele alındığında, yukarıdaki resim ortaya çıkar. Bunun dışında tartışılanlar resmin parçalarıdır.

Yargıtay Başkanı diyor ki, “İstinaf mahkemeleri kurulsun.” Bir gerçek açıktır: Bu ülke istinaf mahkemelerini kuramaz. Bunu hangi yargıçlarla ve savcılarla yapacaktır? Görev bekleyenler mi var? Ayrıca bilinmek gerekir ki, bu mahkemeler adalet dağıtımına katkı yapmaz, zarar verir. Adalete giden yolu uzatır. Batı ülkelerinden kimileri bu mahkemeleri kurdular. Şimdi kaldırmanın yollarını arıyorlar.

Yargı yılının Yargıtay’daki açılış töreni yasayla kaldırılıyor. Bu geleneği yıkmak niye? Türkiye Barolar Birliği Başkanı son törende “içini döktüğü”, ülkenin hukuku için güzel ve anlamlı şeyler söylediği için bu yapılıyor. Çok yazık! Unutmamak gerekir ki gelenek yaratmak zordur. Gelenek yıkmak kimseye yarar sağlamaz.

Son söz: Bu sayfada hukuk adına güzel şeyler yazacağım günler acaba ne zaman gelecek?

Prof. Dr. Erdener Yurtcan



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları